6 Şubat 2012 Pazartesi

İsviçre Gezimiz(Basel,Zürih,Cenevre)

       İSVİÇRE GEZİMİZ(BASEL,ZÜRİH,CENEVRE)
        Nisanda ailemize yeni bir üye katılacağı için yaz tatilini kısa gezilerle geçireceğimizden sevgili kocacığım haydi yılbaşını yurtdışında geçirelim diyerek ucuz havayollarını araştırmaya başladı ve easy jetten 200 euroya İsviçre-Basel gidiş dönüş 2 kişi uçak biletlerimizi aldık .4 gece 5 gün gezeceğiz ama nerelere gideceğiz orası hiç belli değil,başladık İsviçre ile bağlantılı tüm arkadaşlarımızı düşünmeye ve sonunda bir sürü mailleşme ve telefonlaşma neticesinde 2 gece Basel,1 gece Zürih ve 1 gece de Cenevre ye karar verdik.Bu arada ben www.booking.com a girip konaklama fiyatlarını görünce resmen dudağım uçukladı meğerse İsviçre dünyanın en pahalı ülkelerinden biriymiş..Ee ne yapalım biletleri çoktan aldık bayaa da havaya girdik gidicez diye vazgeçmek olmaz dedim ve konaklamayı ucuza nasıl getirririz diye düşünürken kardeşim bana www.couchsurfing.org sitesini tavsiye etti,ben de durur muyum hemen üye oldum ama ne yalan söyliyim profil doldurmak çok zor geldi baktım millet döktürmüş ben hiçbir şey bulamadım.Öyle sallama bir profil 2 fotoyla hallettim işimi şimdi hala ikide birde mail geliyor kardeşim şu profilini doldursana diye (tabii bu şekilde söylemiyorlar sayın üyemiz bakın profilinizde eksikler var lütfen doldurun şeklinde kibar bir dille yazıyorlar) Neyse hemen  başladım Basel,Zürih ve Cenevre de yaşayan 30 lu yaşlarda sigara içmeyen çok çılgın olmayan bizim gibi efendi tiplere yazmaya, yahu arkadaş meğer bir tek yılbaşında evde oturan biz varmışız millet nasıl geziyor gelen cevaplar hep kusura bakma ben İtalya ya gidicem yok ben bilmem nereye gidicem falan filan …Baktım olacak gibi değil kriterleri boşverdim başladım herkese yazmaya en sonunda sadece Basel de 25 yaşında bir çocuk tamam gelin ama ben sizinle ilgilenemem dedi aa dedim lafı olmaz biz başımızın çaresine bakarız sen bize yatak ver yeter, e iyi o zaman gelin madem dedi sağolsun çocuk.Zürih ve Cenevre de mecburen otelde kalacağız ama oteller 3 yıldızlı sıradan oteller ve 180 franktan falan başlıyor (bu arada 1 frank 2 TL civarı)
      Neyse ben tüm organizasyonu yaptım gideceğimiz günden 1 gün önce anneme 1 ton poğaça ve kurabiye yaptırdım ve bavula 2 kazak 2 çorap 2 don koyduk çıktık yola uçağımız 12.30 da Sabiha Gökçen den kalkıyor.Yolculuk da 2sa 45 dk sürüyormuş.Bu arada easy jet tamam ucuz bir havayolu ama adamlar çok uyanık mesela eğer uçağa bagaj verirsen para ödüyorsun sadece el bagajı hakkın var o da internet sitesinde santim santim boyutlarını vermişler eğer ölçülere uymazsa uçağa alırız para verirsin diyorlar.Biz de nasıl dikkat ettik bavul hazırlarken en küçük çantalarımızı aldık doldurduk sonra havaalanında check in sırasında beklerken milletin bavullarını görünce çok şaşırdım o küçük boylardaki tekerlekli bavullardan almıştı millet kimse ölçülere falan da uymamış.Yalnız kişi başı 1 tane el bagajı hakkın var yoksa hiç affetmiyorlar walla,adamın biri Türkiye den salçaları,reçelleri doldurmuş bir sürü poşet,fazla bagajın tanesine 50 euro vereceksin dediler şok olduk.Uçağa bindik bizden başka turist yok herkes İsviçre de yaşayıp ucuz biletin hatırına Türkiye de ki akrabalarını ziyarete gelmiş aileleler.Levent, hemen öndeki, arkadaki,yandaki muhabbeti kurdular herkes pahalı sakın alışveriş yapmayın diyor bir tek iphone alın dediler o ucuzmuş.
    En sonunda Basel Mullhouse havaalanına indik ama bir anda şaşkoloz olduk küçük bir havaalanı ama Fransa çıkışı,Almanya çıkışı falan da var şaşırıp yanlış yerden çıkmamak lazım,neyse biz doğru yolu bulduk baktım bizim eleman bizi karşılamaya gelmiş, Daniel,sevimli bir çocuk 20 yaşında gösteriyordu.Havaalanından 50 no lu otobüse binince Basel SBB tren istasyonuna varıyorsunuz.Tabii yanımızda yerel biri olunca otobüse binerken bilet de almak gerekiyor o gün ilk ve son defa şehiriçi ulaşım için bilet aldık ve kişi başı günlük sınırsız kullanım için 18 frank verdik.İsviçre de şehiriçi otobüs,tren ya da tramvaylarda diğer ülkelerde olduğu gibi bilet basma makineleri yok ama kesinlikle hiçkimse de bilet almadan binmiyor.Cenevre de genç bir adamın bilet almak için bozuk parası yoktu benden parasını bozmamı istedi bizim kasa da Levent olduğu için ah canım bende para yok dedim adam bilet alamadığı için otobüse binmedi şaşırdım kaldım.Öyle bir sorumluluk duygusu var yani adamlarda…
         Basel tren istasyonu
    Daniel o gün çalışmayacağı için bize eşlik edeceğini söyledi çok sevindik o zaman bavulları tren istasyonunda günlüğü 6 franka kocaman dolaplar var oraya bırakıp kendimizi sokaklara attık.Biraz karnımız açtı o yüzden önce yemeğe gittik Sam’s pizza adında bir restorana girdik 3 pizza 3 içecek 60 frank bayıldık resmen.
             Pizzacıda Daniel ve biz
 Basel'in merkezini (Old Town) gezmek için beş farklı rota var. Her biri Basel'in tarihinden önemli kişilerin isimleriyle anılıyor ve bir renkle gösteriliyor. Ortalama yürüyüş süresi ve yol boyunca görülecekler de sıralanmış. Basel küçük bir şehir, biz Hans Holbein, Jacob Burchardt ve Paracelcus'u takip ediyoruz. Yürürken hangi rotayı gezdiğinizi görmeniz için duvarlarda işaretler var. Aslında tüm rotalar Marktplatz'dan başlıyor. Ren Nehri, bütün güzelliğiyle Küçük Basel ve Büyük Basel olarak şehri ikiye ayırıyor. Büyük Basel (GrossBasel), pek çok tarihi evin yan yana sıralandığı, yer yer daracık sokakları, meydanları, katedrali (Münster) ve gösterişli belediye binasıyla (Rathaus) dikkat çekiyor.
          Katedral Meydanı
 Katedral meydanı (Münsterplatz), yıl boyunca konser, açık hava sineması gibi çeşitli etkinliklerin yapıldığı bir yer. Meydanda bir sakinlik, huzur ve keyifli bir hava var. Meydanın önünden devam edince karşımıza Kültür Müzesi çıkıyor. Çeşitli kültürlere ait geçici sergilemelerin olduğu müze de ayrıca Basel Festivali'nde kullanılan maskeler vb. sergilendiği bölümler de var. Bu müzenin hemen yanında bir de doğal tarih müzesi (Naturhistorisches Museum) var.Artık saat epey ilerlediği için ve ben Sofya da süper bir doğal tarih müzesi gezdiğim için maalesef müzelere giremedik.Sonra Ren nehrinin kenarına gidip birkaç fotoğraf çektirdikten sonra çok şirin kano tarzı birşeyle kişi başı 1,80 frank verip Küçük Basel e geçiyoruz.
   Kanomuz
 Küçük Basel, eski şehirden daha farklı, daha modern binaların olduğu, daha yeni bir bölge. Alışveriş alanları, kalabalığıyla oldukça hareketli.. . Kalabalık caddeyi geçip köprü üstünden tekrar Büyük Basel bölgesine varınca kırmızı ve süslü görüntüsüyle şehrin simgesi olan belediye binasının olduğu yere gidiyoruz.
       Belediye binası
 Yukarı Ren Nehri'nin her iki yakasında uzanan Basel, İsviçre'nin kozmopolit kenti. Ülkenin üçüncü en kalabalık kenti olan Basel, İsviçre'nin kuzeybatısının merkezinde yer alıyor. Basel, Dreiländereck denilen İsviçre, Fransa ve Almanya'nın meydana getirdiği üçgende bulunan bir sınır kenti. Kent, çok sayıda uluslararası şirkete ev sahipliği yapıyor. Ülkenin en dinamik ekonomisine sahip Basel, bilgi temelli ilaç ve kimya sanayisiyle göze çarpıyor. Görkemli Ren Nehri’nden yükselen Basel, çok yönlü bir kent manzarasına sahip. Basel, zengin geleneksel koleksiyonlara sahip birinci sınıf müzeleriyle ünlüymüş. Yaklaşık 40 farklı müzeyi bünyesinde barındırıyor, benzersiz ve uluslararası üne sahip müzelere sahip. Güzel Sanatlar Müzesi (Kunstmuseum), dünyanın en eski sanat koleksiyonuna ev sahipliği yapıyormuş. 1997'de kurulan Beyeler Vakfı (Fondation Beyeler), yaklaşık 180 modern çalışmaya ve çok sayıda tarihi sanatsal eşyanın bulunduğu zengin bir koleksiyona sahipmiş. Tinquely Müzesi, demircilikte ustalaşmış bir heykeltraş olan Jeean Tinguely'nin çalışmalarının sergilendiği bir müzeymiş. Antikalar Müzesi (Antikenmuseum), Kültür Müzesi (Museum der Kulturen), Tarih Müzesi (Historische Museum) ve Ticaret Müzesi (Gewerbemuseum), diğer popüler müzelerdenmiş. Bir de Basel tarihin farklı dönemlerine ait büyüleyici fıskiyeleriyle apayrı bir yüzünü gösteriyor. Augustiner, Gemsberg, Holbein, Cathedral Mount, Pisoni ve Tinguely, Basel'de bulunan en popüler çeşmelerden.
       Meşhur çeşmelerden biri adını unuttum..
Ayrıca ilgilenenler için bizim fırsat bulamadığımız ülkenin en büyük hayvanat bahçesi Zoologischer Garten‘i ziyaret edebilirsiniz. (6 numaralı tramvaya binerek Heewagen durağında inip kısa bir yürüyüşle ulaşmanız mümkün ya da yürüyerek Spalen Kapısından Schützengraben, Holbeinplatz ve Leimen, Steinenring caddelerini takip ederek)…
       Hava iyice kararmaya başlayınca biz de zaten acayip yol yorgunuyuz eve gidelim bari dedik ama bu arada muhteşem çikolata dükkanlarından birine uğramayı da ihmal etmedik.Yalnız var ya çikolatalar harbiden müthiş,ben bu arada 5,5 aylık hamileyim o zamana kadar hiç tatlı bir şey ağzıma koymamışken birdenbire çikolatadan başka bir şey görmez oldu gözüm yani öyle böyle değil kelimeler yetersiz…Daniel in evi Gelterkinden adında kendisinin köy olduğunu iddia ettiği ama bizim hiç köye benzetemediğimiz (haa belki tatil köyü diyebiliriz) müthiş şirin bir yerde.Basel den 20-25 dk lık bir tren yolculuğuyla varılıyor.Daniel ve daha birçok insan bisikletlerini istasyona bırakmışlar görünce ona da bir şaşırdım.Evleri 1940 lardan kalma dubleks bir ev alt katta Daniel yaşıyor üst katta da ailesi herkesin kendine ait hayatı var 2 ayrı daire gibi duruyor çok şirin bir ev aynı filmlerdeki gibi…Bu arada da hafiften karnımız acıktı evsahibimiz bize makarna pişirmeyi teklif etti bizde kabul ettik ve fırsattan istifade biraz dinlenme fırsatı bulduk.Soframız çok zengin değildi ama müthiş lezzetliydi,bildiğiniz domates soslu makarna ve yanında hayatımda ilk defa gördüğüm annesinin yaptığı bir sosla ikram ettiği süper lezzetli bir ot vardı.
       Daniel ve müthiş keyifli masamız
Bu arada İsviçre nin yerel birasından da almış Levent in de çok hoşuna gitti.Muhabbet eşliğinde çok güzel bir akşam yemeği yedik.Daniel in doğal taşlar ve kaktüs koleksiyonu vardı bize onları gösterdi dünyanın bir sürü yerinden tonla kaktüs toplamış hatta bahçede sırf bunun için bir de green house yapmış bizim ne koleksiyonumuz var diye bir düşündük ve kendimizi kötü hissettik.Çok yorgun olduğumuz için yattık ertesi gün 31 aralık Daniel sabah berbere gidecek sonra beraber kahvaltı edeceğiz diye sözleştik ve hemen uyumuşuz.
      Ertesi gün uyandık Daniel evde yoktu berbere gitmiş biz de biraz keyif yaptık geceyi Zürihte geçireceğiz bu arada..Ev sahibimiz geldi saçında hiçbir değişiklik yok peki bu işe ne kadar para vermiş derseniz 45 frank dedi şok şok şok.Kahvaltıya sadece krem peynirle reçel çıkarttı ama tabii biz doyarmıyız onunla ben hemen olaya müdahale edip buzdolabına bir göz attım ve domates,yumurta,bir de Daniel in annesinin yaptığı yılbaşı kurabiyeleriyle yine hoş bir muhabbetle kahvaltımızı ettik.
      Gelterkinden den bir aktarma ve yaklaşık 1 saatlik yolculukla kişi başı 29 euroya trenle Zürih e gittik. www.sbb.ch/en/home.html adresinden tren saat ve fiyatlarını öğrenebilirsiniz. Zürih e varınca önce istasyonda bir turladık restorandan markete çok renkli dükkanlar vardı birkaç fotoğraf çekilip tourist office ten de haritamızı ve tüm information ı alıp otelimize gidecek olan tramvaya bindik ama otelin istasyona çok yakın olduğunu bildiğim halde bir türlü varamadık meğer ters tarafa gidene binmişiz neyse dedik minnacık ta olsa bir Zürih turu atmış olduk.Otel odası her ne kadar verdiğimiz paranın kat be kat altında olsa da idare ederdi.Bu arada ben daha önceden araştırmıştım ama yine de resepsiyondan öğrendiğim kadarıyla burada da genelde sokak partileri meşhurmuş Quaibrücke köprüsünden havai fişek gösterilerini izliyormuş herkes onun öncesinde de genelde home party muhabbetindeymiş.
    Zürih tren istasyonu
    Bavulları otele bırakıp tekrar istasyona geri döndük. Zürih, İsviçre'nin İstanbul'u sanki... Tam bir büyük şehir... Avrupa'nın önemli finans merkezlerinden... Ülkenin en büyük şehir merkezi ve en kalabalık... (ne kadar kalabalık olsa da 1 milyon, zaten tüm ülke 7 milyon) Caddeler, mağazalar, yollarda bir sürü araç; ama oldukça yeşil bir metropol. İstasyondan çıkar çıkmaz hemen karşıdaki caddeye geçip yürümeye başlıyoruz. Burası İsviçre'nin hatta Avrupa'nın en prestijli caddelerinden biri olan Bahnhofstrasse, 1.5 km. uzunluğunda iki yanı ağaçlıklı, yaşayan, hareketli bir cadde.
      Bahnhofstrasse 
Bir çok ünlü mağaza ve mağazalara girip çıkan insanlarla dolu. Araba trafiğine kapalı olan (tramvaylar vızır vızır) caddede, tıpkı bizim İstiklal Caddesi gibi çok güzel binalar sıralanıyor.Yine birkaç çikolata mağazasında turlayıp herkesin tavsiyesi üzerine Apple store a uğradık fiyatlar gerçekten Türkiye ye göre çok ucuzdu  iphone 4s 16 gb 600 franktı ama ellerinde kalmadığı için alamadık.Bu arada da yine acıktık ve istasyonda bir restorana gidip yine 2 pizza bir uyduruk salata ve bir kahveye 64 frank verip çıktık.İsviçre de her yerde bol miktarda Migros vardı oradan biraz abur cubur alıp otelimize döndük ve gece 12 ye kadar biraz tv izleyip dinlendik.
     Saat 23,30 gibi otelden çıkıp Quaibrücke köprüsüne gittik gerçekten çok kalabalıktı hava biraz da yağmurluydu çok hoş bir ortam vardı ara ara platformlar kurulmuş dj ler çalıyor insanlar da ellerinde içkileriyle eğleniyorlardı bir de meşhur peynir fondüleri standları vardı kokusu beni acayip rahatsız etti yiyemedik.Gece saat 00.00 olunca 1-2 havai fişek patlattılar şok olduk nasıl yani bu muydu! Meğerse insanlar tam o dakikalarda öpüşüyor,sarılıyor şampanya patlatıyorlar falan diye biraz erteliyorlarmış bizde hayal kırıklığıyla dolaşmaya çıkmışken birden bütün ışıklar kapandı,müzikler sustu ve gerçekten oldukça uzun da süren görkemli bir havai fişek gösterisi izledik.
Sonrasında ben çok yorulduğum için tekrar otele döndük.Ertesi gün otelin restoranında kahvaltı beni resmen şok etti bir an servis açılmamış sandım ki o da ne küçücük bir masada hani şu ambalajlı küçük reçel,bal falan var ya onlardan koymuşlar bir de uyduruk 2 çeşit peynir al sana kahvaltı.Peynir memleketindeyiz peynir yiyemedik ben anlamadım sonradan Daniel e sordum insanlar sabah kahvaltıda sadece yağ ve reçel yermiş burada peynir akşam yemeğinde yenirmiş,bize çok ters tabii.
    Bugün Cenevre ye gideceğiz o yüzden toplanıp istasyona gittik ben gidip biletleri aldım ve sıkı durun ne kadar verdim kişi başı 82 frank resmen bizim uçak biletlerinden daha pahalı.Daha ucuza bulmanın da imkanı yok hani önceden alıyim falan yok yani ama ben dönüşte uçaktaki dergide görmüştüm belli bir süre için swiss card aldığında ulaşım yarı fiyatına oluyormuş biz 4-5 gün için gerek yok diye düşündük ama varmış aslında.Trenlerin de o paraya göre hiçbir konforu yok herşey standart.Zürihten Cenevre 2sa 45 dk gibi sürüyor ve burada da tren biletlerini günlük alıp o gün içerisinde istediğin birine binebiliyorsun genelde hep aktarma olduğu için de sana hangi saatlerde gideceğini sorup ona göre aktarmaları ve istasyon numaralarının olduğu bir küçük kağıt veriyorlar.Ama tabii adamların herşeyi tıkır tıkır saat gibi işliyor onu da demeden geçemiycem.
      Cenevre de istasyona varınca bir dönerci gördük ve adamlara bizim oteli sorduk yürüme mesafesinde değiilmiş biz de tramvaya bindik bu arada hala hiç bilet almadık ve hiçbir kontrol yoktu ama yakalarlarsa 80 frank ceza kesiyorlarmış biz de yılbaşında kim kontrol yapar diye rahat gezdik bir de Zürihte almanca konuşuluyordu Cenevre de fransızca benim kafam da iyice karıştı.Artık tamamen içgüdülerimizle ve az buçuk öğrendiğimiz harita okumayla yolumuzu bulduk hep.Neyse çantalarımızı otele bıraktık karnımız da acıkmıştı haritalarımızı aldık bir de otelde bize travel card verdiler istediğin kadar toplu taşımayla gezebiliyorsun.İstasyonda gördüğümüz dönerciye gittik ben tabakta döner yedim yanında salatayla veriyorlar ve 18 franka resmen patlayana kadar yiyorsun ben Türkiye de öyle döner yemedim.Bu arada bize 3 ocağa kadar yılbaşı tatili nedeniyle her yerin kapalı olduğunu söylediler resmen şok olduk çünkü Levent in aklı iphone da.Yemekten sonra biraz sokaklarda dolaştık 1-2 hediyelik eşyacı açıktı onlara baktık bizim adamların saatleri komiğime gitti büyük saat markalarının kendi dükkanları var bir de bu memory shoplarda satılan bizdeki 5-10 TL lik işporta saatlerini acayip pahalı satıyorlar ona şaşırdım.Alıp koluna taksan kimse nerden aldın diye sormaz şuna bak işportadan almış saatini derler.Hava soğuk dükkanlar kapalı biz de otelimize dönüp erkenden yattık,ertesi sabah yaptığımız şahane(!) kahvaltıdan sonra bir baktım hava yağmurlu oh dedim şahane neyse ki otelden bize şemsiye verdiler de rahat gezebildik.Elimde 2 tane harita nereye gidelim derken Levent iphone dan başka bir şey düşünmediği için resepsiyondan apple shop un adresini öğrendik ve çıktık yola ama sokaklar bildiğin ıssız bir şey soracak olsan adam yok etrafta.Bu arada Cenevre de bizim nişantaşı gibi bir caddesi var Rue de Marche  oraya gidelim diye düşünürken Levent aaa gel bak dedi ki bir baktım bilmeden oraya gelmişiz ama bütün dükkanlar kapalı tabii zaten açık olsa da öyle pahalı ki bir şey almak mümkün değil.
Biz de bol bol foto çektirdik bu arada bir çikolata dükkanı gördüm hemen daldım size tavsiyem plaka olarak satılan çikolatalardan mutlaka alın tadları muhteşem ama fiyatlar çok pahalı biz 3 tane orta parçayı 23 franka aldık ama tadından yenmiyor müthişti.
     Apple shop Rue de Rive deymiş bu arada,bütün dükkanlar da kapalı olduğu için umudumuz da pek yok ya neyse ölmek var dönmek yok.Bu arada Cenevre de fransızca konuşuluyor ya ben gördüğüm insanlara soruyorum uuu dö iiiivv nerde diye herkes düz git diyor ,sonra birden apple shopun önüne çıkmaz mıyız hem de açık Levent havalara uçtu,mağazaya girdik ve heralde 1 saat falan geçirdik bizimki herşeyi ayrıntılarıyla inceledi fotoğraf çekti.Bir de benden gizli aksesuar falan almış ben alma dedim pahalı ama işte nolcak çocuk J Ben de danışma masasında oturdum milleti seyrettim çok komikti manzaralar, mesela bir çalışan bir grup teyzeyi oturtmuş dev ekranlı bir pc de tanıtım yapıyordu teyze diyorsam harbi teyzeler ama herkes en az 60 yaşında,bir adam tablet aldı anlatıyorlar ne olduğunu aa so easy so easy deyip duruyor.Neyse Levent çok mutlu çıktık dükkandan sıradaki hedef Jet D’eau yani Leman gölü üzerindeki meşhur fıskiye,50-60 m yukarıya kadar fışkırıyor.
    Jet d'eau
Görmesen çok büyük bir şey kaçırmazsın ama hoş bir görüntüsü var bir de giderken göldeki kuğular falan hoşumuza gitti.
Oradan  İngiliz bahçesine gidilebilir, Leman Gölü'nde ki fıskiyenin yakınlarında bulunuyor. Bu bahçede insan mekanizmasıyla çalışan ufak çaplı bir oyun parkı var.
Çiçek saat; bilindiği üzere saatleriyle ünlü bir şehir ya. Bu ünlerine ayrı bir ün katmak için sahilde bir bahçenin içine çiçeklerden bir saat yapmışlar. Burası ellerinde fotoğraf makineleri ile gelen turistlerle doluydu.
      Bu arada dönüşümüz yine Basel den olacağı için gece Gelterkinden de Daniel ın evinde kalacağız o yüzden son olarak BM,Unicef falan gezelim dedik,onlar da bizim otele çok yakın o yüzden tekrar otobüse atlayıp haritalara baka baka BM binasını bulduk tam o sırada da otobüslerle bir grup Çinli geldi biz fotoğraf çekilirken sabote ettiler sonra adam bana verdi bizi çeker misin diye ben onları 10 numara fotoğraf çektim aynı şeyi biz onlardan istedik saçma sapan bir şey çekmiş.
Bir de orada bir grup protestocu vardı onları izledik,her yer kapalıyken niye orada olduklarını da anlayamadım doğrusu.Unicef binası da oraya yakındı ama hava yağmurlu olduğu için otobüse bindik.Elimdeki haritaya bakıyorum çok yakında gibi duruyor ama biz bir türlü göremedik sonra arkamı bir döndüm ki hemen önündeymişiz ama BM gibi değil sıradan bir bina olduğu için dikkatimizi çekmemiş.
Yine 1-2 foto çektirip otele döndük eşyaları alıp tekrar istasyona ve oradan da kişi başı 69 frank verip Gelterkinden e gittik.Sağolsun Daniel bizi istasyonda karşıladı,eve gittik.Bu sefer ailesi de evdeydi,annesi küçük kardeşini uyutmaya çalışıyormuş ama babası bize hoş geldin demek için uğradı çok şeker bir adamdı,ben adamı görünce ne kadar pahalı ülkeniz var sizin diye bir sürü dert yandım adam da 77 de öğrenciyken arkadaşlarıyla İstanbul a gelmiş ve duş için 3 euro vermiş o da ona çok pahalı gelmiş.
    Sabah uçağımız 7 de olduğu için erkenden yattık ve sabah da herkes uyurken 4 treniyle Basel e gittik.
İstasyon o saatte bile kalabalıktı ve insanlar bize günaydın dediler
 ayrıca trende herkes bir şeyler okuyordu.Bir an Türkiye de o saatte insanlar trende ne yapar diye düşündüm,muhtemelen herkes uyuyor olurdu.Sorunsuz bir şekilde havaalanına vardık ve elimizdeki son franklarla da biraz çikolata alıp uçağımıza bindik.Türkiye ye döndüğümüzde bavulları boşaltırken çok güldüm, Levent benden gizli o kadar çok çikolata almış ki ne ara başardı bunu yapmayı, çok komikti güya da arkadaşlarına dağıtacaktı ama bavulda biraz yamulmuşlar bana da onları şimdi afiyetle yemek düşüyor ve çok da mutluyum…    

14 Ağustos 2011 Pazar

ORTA AVRUPA TURUMUZ(PRAG,VİYANA,BRATİSLAVA,BUDAPEŞTE)


PRAG 
 
                      İlk heyecan:)))
Sevgilimle en son yaşadığımız Mısır turunda bize tur şirketi kendini affettirmek için 150 euroluk hediye çeki verince ne zamandır aklımda olan Orta Avrupa turuna katılmaya karar verdik.İlk durak Prag  oldu ve rehberimiz bize hızlıca bir şehir turu yaptırdı.
     Avrupanın ortasında bir zamanlar Bohemya adında bir krallık varmis..6.cı asırda efsanevi Prenses Libuse ve Prens Premysl'in kurdugu bu krallıkta Çekler yaşarmış. Yıllar gelmiş geçmiş ülkenin başına o güne kadar görülmedik meziyetlere sahip bir kral gelmiş..Bu kral ülkesini kalkındırmak ile kalmamış, imar faaliyetleriyle Prag'ı sıradan bir kent olmaktan kurtarıp bir metropol haline getirmiş...Yeni binalar,saraylar, köprüler, kiliseler ,yollar yaptırmış...tarih 1300'lu yıllar yani 14 'üncü asırmış...Ve o gün bugündür kent hic değişmemiş...Bu mucizeyi başlatan kralın adi Batılılara göre Charles, Doğululara göre Karl, kendi insanlarına göre Karel imiş
Kralın ölümünden sonra uzun bir sure Avusturya- Macaristan Imp. egemenliğinde kalmış Bohemya ...Cam işçiliğinde ve optik sanayinde dünyada  ün kazanmış ..Çekler nefis biralar yapmışlar,likörler yapmışlar...İkinci dünya savaşında iki bomba düşmüş ve neredeyse hiç yara almadan kurtulmuş kent ama bir anda komşusu Slovaklarla ayni evi paylaşmışlar. Çekler adını 1948 den 1993 yılında alana kadar...toplam 45 yıl

 Doğu bloğunda onlarca yıl KGB VE CIA ajanlarınca sokaklarda kovalamaca oynanmış;68 döneminde tüm dünyayı etkileyecek olayların yaşanması ve Rus tanklarının gelmesi ile 89 yılında duvarın yıkılması ve Kadife Devrim ile gerçek kimliğine bürünmüş bir kaç yıl içinde. Slovaklardan  ayrılıp AB üyesi ülke olmuş.
Rehberimiz bizi ik önce Aziz Vitus katedaline götürdü (KATEDRALA SVATEHO VİTA)

Prag piskoposluğunun, başpiskoposluğa yükselmesi üzerine, Kral IV.Karl, katedralin yapımını başlatmış. 1344 yılında yapımına başlanan katedralin tamamlanması, yaklaşık 600 yıl sürmüş. Kral, IV.Karl, katedralin, Fransız gotik yapılarına benzemesini istediği için, Fransız bir mimar’ı Prag’a davet etmiş, fakat katedral tamamlanamadan Fransız mimar, hayatını kaybetmiş. Bunun üzerine, Alman bir mimar ve oğulları, katedralin yapımını devralmışlar. Prag’ın geçirdiği sıkıntılı yıllar ve şehirde devam eden diğer çalışmalar, katedralin yapımında aksaklıklara neden olmuş ve katedral, ancak 1929 yılında tamamlanabilmiştir. Katedralin uzunluğu: 120 metre ve genişliği 60 metre.

Katedralin bugünkü giriş kapısı: batı kapısıdır. Ama, 19’ncu yüzyıla kadar giriş için güney kapısı kullanılıyormuş. Altın taçkapı diye bilinen, güney kapısı, Venedikli sanatçılar tarafından yapılan “Son Yargı” mozaiği ile süslenmiş. Cam ve doğal taş parçacıkları ve altın yaprakları kullanılarak yapılan mozaik, katedralde görülmesi gereken yerler arasında. Katedralin duvarları boyunca uzanan şapeller, yapının görkemine dikkat çekmekte. Bu şapeller arasında en önemlisi: Aziz Vaclav Şapeli. Prensin lahiti için gotik tarzda, bir odada tasarlanmış. Duvarlarda, Kral Vaclav’ın hayatının resmedildiği freskler, pahalı taşlar ve altın yapraklar dikkat çekici. Şapelin arkasında bir oda da, Kraliyet mücevherlerine ayrılmıştı. Çek kraliyet tacının da içinde bulunduğu mücevherler, yalnızca önemli resmi günlerde ortaya çıkarılıyormuş. Ayrıca: katedralin en alt katında: Çek tarihinin en önemli kral ve prenslerinin lahitleri ( 4.Karl, 2.Rudolf gibi) de bulunuyor.Bu arada; Kral Karl, Fransa’da okumuş. Hakkında, birçok spekülasyon var. Zaten; St.Vitus katedrali de: Fransa-Strasbourg’daki katedral örnek alınarak yapılmış. Yani: büyük bir Fransız etkileşimi söz konusu. Pek çok Çek kralı; bu katedralin altındaki yer altı mezarlarında yatıyormuş.
   Prag Kalesi ni gördük ...
Dünyanın en büyük kalelerinden biriymiş (570 m yükseklik) Çek Cumhuriyeti kralları burada ikamet etmişler, Amadeus filmi burada çekilmiş.. 1918 den beri devlet başkanı burada ikamet ediyormuş.. Kale, Guinnes Rekorlar kitabına göre: dünyanın en büyük antik kalesi olarak tescillenmiş. 870 yılında inşa edilmiş. Sürekli olarak üzerine yapılan eklemelerle kale geliştirilmiş. Bir kaleden daha fazlasını içinde barındıran yapı 14’ncü yüzyıla kadar, bir saraya, kiliselere ve manastırlara ev sahipliği yapmış ve 1541 yılında bir yangında büyük hasar görmesi üzerine, büyük bir yenilemeden geçmiş. Rönesans tarzı mimariyle yenilenen kale, 14’ncü yüzyılda, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun kalbinin attığı yer haline gelmiş. 17’nci yüzyıla kadar, sürekli olarak yenilenen kale, her dönemin mimari akımlarının izlerini taşıyor. 17’nci yüzyılda, İmparatorluğun başkent değiştirmesi üzerine, kale önemini yitirmiş. 1920’lerde, Çekoslovakya’nın bağımsızlığını kazanmasıyla, kale ve içerisindeki yapılar, genel bir onarımdan geçirilmiş ve Çek Cumhurbaşkanlığını’nın ofisi olarak kullanılmaya başlanmışt. Günümüzde de, hala kalenin bir bölümü, Çek Cumhurbaşkanının ofisi olarak kullanılmakta ve diplomatik bir önem taşımakta.
Kale: pek çok parçaya sahip. Ama, kalenin en hoş özelliği: Prag ile ilgili panaromik manzaralara sahip olan birçok teraslara sahip olması. Bir saray, bir katedral, iki müze, bir manastır ve çeşitli, etkileyici galeriler ve konser salonları var. Deli İmparator Rudolph II (1583-1612): bu tarihi idare merkezinde, geç Rönesans döneminde, sanatçı ve simyacıları kente toplamaya başlamış. Simyacılar özellikle, kale yakınlarındaki Golden Lane Sokağında toplanmışlar. Kalenin giriş kapısında: küçük çizgili kulübelerde, 2 askerle birlikte, düello yapan, iki dev titan heykeli var. Titan: Yunan mitolojisine göre, efsanevi altın çağ’da dünyayı yönetmiş olan güçlü tanrı ırkı.
Çek Cumhuriyetinde, günümüzde: zorunlu askerlik hizmeti olan bir ordu yok. Ordu profesyonel. Cumhurbaşkanı rezidansı önünde nöbet bekleyen askerlerin üzerindeki üniformalar: “Amadeus” filminin Oscar ödüllü tasarımcısı tarafından hazırlanmış.
Kale: üç avludan oluşuyor. Bu avlulardan, atlarla sarayın üst katlarına çıkılıyormuş. İlk; iki avludan geçerek yürümeye devam ettiğinizde: St.Wencesias’ın mezarının üzerine yapıldığı, St.Vitus Katedralinin sivri tepelerine ulaşacaksınız. Kalenin tam zıt kısmı, buraya çıkıyor.
    Bu arada kısa bir bilgi;Prag kalesinin kurulması üzerine, kalenin ihtiyaçlarını karşılamak için, tüccarların ağırlıklı olarak yerleştiği: Mala Strana mahallesi kurulmuş. Kral IV.Karl, zamanında sınırları genişletilen Mala Strana, Kalenin savunmasında oynadığı önemli rol gereği, surlarla çevrilmiş. Kral’ın daveti üzerine, bölgeye ağırlıklı olarak Alman tüccarlar ve zanaatkarlar yerleşmiş. Burada kurulan ilk mahalle: büyük bir yangında ciddi hasar gördükten sonra, yeniden yapılandırılmış. Özellikle, 17’nci yüzyılda yapılmış çok sayıda Rönesans ve barok tarzı kiliseler ve malikhaneler var. Bu yapıların çoğu, günümüze dek korunmuş. 10 ve 11’nci yüzyılda, Prag’ın en önemli şehri olan Mala Strana, daha sonra Stare Mesto’nun gölgesinde kalmış.
Nerudova sokağı; (NERUDOVA ULİCE): Mala Strana Meydanının batısında kalan ve Prag Kalesine doğru yükselen bu yol, adını kendi de bu sokaktaki evlerde yaşamış olan Şair Jan Neruda’dan almış. Bu sokağın en önemli özelliği: her evin dışında, farklı şekillerde tasarlanmış olan ev plakalarının olması,Evler, bu plakalar sayesinde birbirinden ayırt edilir ve evin kime ait olduğu anlaşılırmış. Bunun sebebi ise, bu evlerin Prag’daki hane numaralama sisteminden önce yapılmış olmasıymış.
 Bedava şehir turu olduğu için hızlı bir şekilde Kraliyet bahçesinin önünden geçtik zaten içerisi 5 km olduğu için gezmek fazlasıyla zaman alacaktı ama içinde hayvanat bahçesi falan da varmış.Ben heralde Roma da ki Villa Borghese gibi diye düşündüm onun da için de hayvanat bahçesi vardı.Bol bol fotoğraf çeke çeke yürümeye devam ettk.Golden Lane denilen Kafka'nin evinin olduğu sokakları gezdik.
Kafka müzesinin önünde, kalçalarını sağa sola çevirerek havuza işeyen heykeller ve bir de cafe vardı ünlü yazar Franz Kafka’nın babası tarafından geçmişte işyeri olarak kullanılan bir mekan.
Prag kalesinden, şehre inilen yolda Toy museum hracek (oyuncak müzesi)nin önünden geçtik
Müzenin en ilginç kısmı: Barbie koleksiyonu. İlk Barbie’den günümüze yüzlerce bebek varmış.Bizim vaktimiz olmadığı için gezemedik.
 Vltava Nehri tarafından ikiye bölünen şehrin merkezini  “Stara Mesto” (Eski Şehir) ve bu meydanı baz alırsak, güney tarafında “Nove Mesto” yani yeni şehir merkezi ..
        Veee geldik meşhur Karluv Most veya Charles Bridge (Charles Köprüsü) ne,
Köprünün inşaatına: Çek mimarisinin ustalarından, Otto tarafından başlanmış, ancak, Kral Charles IV’ün baş mimarı olan Peter Parler tarafından, 1357 yılında bitirilmiştir. O dönemde, süsleme olarak yalnızca birkaç haç kullanılmış. Çekler, bu köprüye: Karluv Most diyorlar. Şehrin kalbi. Astronomide, dönemin en ileri milletlerinden biri tarafından yapıldığı için olsa gerek; köprünün en büyük özelliği, yapımında astronomiden yararlanılması. 1 3 5 7 9 7 5 3 1 düzeni göz önüne alınmış ve köprünün inşaatı için, ilk taş; 1357 yılında, 9’ncu ayın, 7’nci günü, saat: 05.31’de konulmuş.. Eski şehrin UNESCO tarafından dünya mirası kabul edilmis. Charles Koprusu uzerinde hediyelik esya satanlar ,muzisyenler ve ressamlar vardı...Bu kopru uzerinde 1600 yillarda 30 adet heykel yerlestirilmis...gunumuzde bu heykellerin hepsi kopya ve suan uzerinde 75 heykel var...Bunlardan en ilginc olani Rahip John Nepomuk'a ait olani ...Bununde tabii bir efsanesi var...Son derece kiskanc ve supheci bir adam olan Karl Wenceslas' in rahiplerinden Nepomuk'a bir gun guzeller guzeli Kralice gunah cikarmak ister..Bunu duyan Wenceslas'in karisinin yaptigi kacamaklar konusunda itiraflarda bulundugundan emin bir halde rahibi huzuruna cagirmis ve derhal kendisine soylenenleri anlatmasini istemis; rahip ise Tanri huzurunda verdigi sozu bozamayacagini soylemis... Bunun uzerine sinirlenen Wenceslas rahibi Vltava Nehrine attirmis...Tam rahibin atildigi yerde bir hale olusmus ve simdilerde koprunun tam ortasinda heykelini dikmisler...ve eger dilek tutup haca dokunursaniz dileginiz gercek oluyormus ... Üzerinde bulunan 30 heykel ise; Katoliklerin baskısıyla, daha sonraki yıllarda; 1683 ile 1928 yılları arasında, yine astronomi göz önüne alınarak, çeşitli aralıklarla yerleştirilmiş. Günümüzde, bu heykellerin çoğu kopya. Çünkü: şehrin, geçen yıllarda yaşadığı kötü hava koşulları, heykellere büyük zararlar vermiş.  Köprünün, kale yakasındaki ilk heykel: bir küme insanı temsil ediyor. En altta, zindan içinden kurtarılmayı bekleyen insanlar görülüyor. Zindanın yanında, ayakta: sarığı, kalın sarkık bıyığı, belinde palası, sırtında kamçısı, göbekli cepkeni, uzun kaftanı ile, bir “yeniçeri “ duruyor. Yeniçerinin üstünde, başında haç bulunan bir geyik ve en tepede “kurtarıcı aziz şövalye” heykeli bulunuyor. Heykelin yapım yılı 1854. Osmanlı, artık “hasta adamdır”, Aziz Şövalye ise kılıcı ile, yeniçerinin tepesindedir. Bizi nasıl görmek istiyorlarsa, öyle betimlemişler. Halbuki, Osmanlı Prag’a hiç gelmedi. Ama: demek ki ünü yayılmış.İlk yapımında: taşları birleştirmek için, yumurta akı kullanılmış. Boyu: 515 metre, yüksekliği: 10 metre. Köprünün: Kampa adasına inen merdivenleri ayrı güzellikteKöprü çıkışında: güzel bir kule var. Üzerine çıkmak için, merdivenleri dön dön bitmiyor, ama üzerinden harika fotoğraflar çekmeniz mümkün. Kulenin üstünde, sağda işkence aletleri müzesi bulunuyor.
      Ayrica Nazim Hikmet 56 -58 yillarinda Prag'ta yasamis ve Slavia Kafe'de bol bol oturmus onu da yol üstünde görebilirsiniz.
 Sonraki durağımız methini çok fazla okuduğum saat kulesi meydanın hemen girişinde.
 Dünyanın en eski, üçüncü astronomik saati. Saatin bulunduğu kulenin yüksekliği: 70 metre. Saatin: güneşe, aya, gezegenlere ve burçlara göre ayarlanmış bölümleri var. O nedenle de astronomik saat olarak isimlendiriliyor.. Daha sonraları: farklı zamanlarda, saate dokunulmadan, saatin bulunduğu kuleye, çeşitli heykel, mask ve resim ilaveleri yapılmış. Bu güzel kule; II.Dünya Savaşı sırasında, Nazilerin top saldırılarıyla yıkılmış ve savaş bitiminde, eski orijinal haline geri getirilmiş.Saatin özelliği: her saat başı, iki kapak açılıyor. İki küçük pencere ortaya çıkıyor. 12 havari, pencereden başlarını göstererek geçiyorlar. Gösteri: altın yaldızlı bir horozun, uzun uzun ötmesiyle son buluyor. Saatin altında, kulenin iki yanında 4 heykel bulunuyor. Bu dört heykel: insani dört zaafı simgeliyor. Solda elinde ayna tutan adam: kibir’i, sepet taşıyan adam (Yahudi olduğu söyleniyor): hırs’ı temsil ediyor. Sağda, 2 heykel daha var. Bir tanesi: elinde fener tutan iskelet: ölümü anımsatıyor. Evet: sonuncu heykel bir Türk. Başında: sarık, sol elinde ud/mandoline benzer bir çalgı tutuyor. Saat çalarken: başını “Hayır” anlamında iki yana sallıyor. Türk heykelinin temsil ettiği kavram konusunda, iki farklı açıklama var. Ama ikisinin de anlamı olumsuzluk yüklü. Kimilerine göre: inadı temsil ediyor (başını hayır anlamında iki yana salladığından), kimilerine göre ise zevk ve sefayı (elindeki çalgıdan) temsil ediyor. İlk önce, saatin solunda bulunan iskelet elinde bulunan ipi çeker. Sol elinde ise ters çevirdiği bir kum saati hayati simgeler. Bu bölümün sonunda, horoz öter ve çan çalar.Saat başı koşa koşa geldik ama işin açıkçası ben yazıldığı kadar büyülenmedim meydan çok kalabalıktı bilmiyorum diğer insanlar ne düşündü… . Hikayeye göre bu saati yaptıran kral, saatçinin gözlerine mil çektirmiş bir daha bundan yapamasın diye. Saatçi de kuleden kendini saatin üzerine atarak intihar etmiş ve saat yakın bir tarihte tamir edilene kadar çalışmamış.
 Saat meydaninin bir kosesinde som altindan Meryem kabartmasiyla goz kamastiran Tyn Kilisesi bulunuyor..
Bunu uzaktan bile gorebilirsiniz zaten . Harry Potter burada cekilmiş. Lady tyn (meryem ana) katedrali: 14’ncü yüzyılın sonlarında inşa edilmiş. Gotik yapıda bir kilise. Tüm ihtişamı ile kendini gösteriyor. Sanatçı Kafka’yı derinden etkilemiş bir kilise. Katedral oldukça güzel, içeri girip gezebilirsiniz. Günümüzde, 80 metre yüksekliğindeki; korkunç ve kararmış iki kulesi göze çarpıyor. Bu kuleler: dişi ve erkek varlıkları temsilen, simetrik yapılmamışlar, biri diğerinden biraz daha dar olarak inşa edilmiş. Günümüzde, bu kulelerde, geceleri hoş bir şekilde ışık gösterileri düzenleniyor.Kent Meydanı (fiehir meydanı) :Bu meydanda, eskiden idam cezalarının infazları yapılıyormuş. Çok büyük bir meydan değil, çok sayıda gotik yapı ile çevrili.  Meydanın ortasında bir heykel var Juan Huss’a ait. Juan Huss: Protestanların lideri olarak, Katoliklere karşı savaşmış ve yakalanınca, bu meydanda yakılarak idam edilmiş. Kinskilerin Malikhanesi: Heykelin hemen solunda bulunuyor. Bunlar çok zengin bir aile imiş.
Saat kulesinin arka sokagina girerseniz burada ünlü alışveriş caddesi “Parizka” (Paris Caddesi) ve Jewish Quarter (Musevi Mahallesi) yer alır. Parizka Caddesi: İki tarafı da kuleli binalarla bezenmiş bir bulvar, Tüm meşhur moda firmalarının dükkanları burada. Eva Herzigova, Karolina Kurkova gibi ünlülerin fotoğraflarını görebilirsiniz…
SAİNT NİCHOLAS KİLİSESİ (Chram sv.Mikulase) : Meydanın ve Mala Strana’nın en belirgin yapısı. Aynı zamanda Prag’ın en önemli barok eseri. Yapımına: 18’nci yüzyılın ilk yıllarında başlanan kilise, 1756 yılında tamamlanmış. Kilisenin mimarları: Kinsky Sarayının da tasarımını yapmış olan Krystof Dientzenhofer ve kilisenin Prag manzarasının önemli bir öğesi olan kubbesini tamamlayan oğlu Kilian Ignac Dientzenhofer.Yeşil renkli kubbesi ve yine yeşil olan 80 metre yüksekliğindeki çan kulesiyle, Aziz Nikolaus Kilisesi, günümüzde müzik etkinliklerine de ev sahipliği yapmakta.
Saint Nicholas (Noel Baba) yolcuların, kadınların ve çocukların koruyucusu, Bugün de, Çek Cumhuriyetindeki büyük bir aziz. Noel Baba, her yıl 6 Aralık tarihinde, kızağını çekerek, caddelerde dolaşıp ve çocuklara geçen yıldan memnun kalıp kalmadıklarını soruyormuş. Mozart’ın Prag’da kaldığı sürede kilisenin orgunda bazı eserler çalmış.
JEWİSH QUARTER (YAHUDİ MAHALLESİ):Yahudi mahallesinde ilk dikkati çeken: Naziler bölgeye gelmeden önce doğal nedenlerden ölmüş olan Prag’lı sanatçı Franz Kafka’nın: anısına dikilen bir heykel var. Franz Kafka, . Aslında: Alman Yahudisi. Heykel: İspanyol Sinagogu’nun önünde bulunuyor.Burada: Stranova Sinegogu var. Parizska ve Cervena caddelerinin kesiştiği noktada bulunuyor. Tuğla yapılı erken gotik mimari özelliklerini taşıyan eski bir yapı. Güzel görünümlü bir sinagog. Mahalleyi: ikiye ayırıyor. Bahçesinde: “Bilek” tarafından yapılmış bir “Musa” heykeli var. Bu sinagog: 700 yıl boyunca, Prag’ın Yahudi topluluğunun ruhani merkezi olmuş.
Ayrıca: Yahudi Belediye Sarayı var, günümüze sağlam olarak ulaşmış. Zidovska Radnice olarak isimlendirilen bu yerde: karekteristik kulubesi ve bunun üzerinde bulunan İbranice dilindeki saat, dikkat çekiyor. 16’ncı yüzyıl sonlarında yapılmış olan bina, daha sonraları Yahudi bölgesi Belediye Başkanı olan Mordechai Maisel’in topladığı yardımlar ile, 1763 yılında tamir ettirilmiş ve bugünkü rococo sitilini elde etmiş. Buradaki saat kulesinin ibreleri, saat yönünün tersine hareket ediyor. Eski Yahudi Mezarlığı. Sizi çok etkileyecek bir yer. Dünyadaki en eski Yahudi mezarlığı. 15’nci yüzyıldan kalma. 1787 yılına kadar kullanılmış. En eski mezar: 1439 tarihli, Avigdor Kara, en yenisi ise 1787 tarihli Mozes Bacek’e aittir. Mezarlıktaki, en ünlü mezar ise: Rabi Low ya da gerçek adıyla, Jehuda ben Becalel’e aittir. 1975 yılında, çok sıkı bir çalışma ile, tüm mezar taşları restore edilmiştir. Yahudiler, getto dışına gömülemediklerinden: 100 bine yakın ceset, buraya gömülmüş. Mezarlıktan Pinkas Sinagogu’na geçiliyor. Burada, iç mekan duvarında: Bohemya ve Morovya’da soykırımda öldürülen 80 bin Yahudi’nin ismi yazılı. Ayrıca: bu sinagog’da bir sergi daha var. Girişin hemen yanında, neo-romanespue tarzında, 1906 yılında inşa edilen salonda, soykırım sırasında, Terezin Toplama Kampında tutulmuş Yahudi çocuklarının yaptıkları resimleri içeriyor. Yalnız: bu sergileri görmek ücretli.
NOVE MESTO:
750 metre uzunluğunda ve 60 metre genişliğinde bir meydan. Daha çok, Paris bulvarlarını hatırlatıyor. Meydan: 19 ve 20’nci yüzyıllarda, pek çok olaya tanıklık yapmış. 1848, 1918, 1948 ve son olarak Kadife Devrimin gerçekleştirildiği 1989 yılında, binlerce insan, bu meydanda toplanmış. Meydan: günümüzde: mağazalar zincirleri ve sosis büfeleriyle, fahişeler ve uyuşturucu satıcıları ile anılıyor. Kültürel ve sosyal yaşamın merkezi. Ayrıca: pek çok otel, mağaza, restoranlar ve kafeler buraya ayrı bir canlılık kazandırıyor. Araç trafiğine kapalı. Yalnızca: özel izin belgesi olan araçlara giriş izni veriliyor. Sağlı-sollu çiçek tarhları çevresinde oturma gurupları bulunuyor. 1348 yılında, yeni şehir kurulduğunda, bu meydanda, ilk dönemlerde “at pazarı” kuruluyormuş. Burada: heybetli ama tatsız, Ulusal Müze (Narodni Museum) var. Ayrıca: 1680 yılında, St..Wenceslas’ın at üstündeki heykeli meydana dikilmiş ve daha sonrasında da meydana ismi verilmiş.

ULUSAL MÜZE (NARODNİ MUSEUM): Wenceslas Meydanının bulunduğu yokuşun en tepesinde bulunuyor. İhtişamlı bir müze. J.Shultz tarafından tasarlanmış. 1885-1890 yılları arasında inşa edilmiş. Binanın ana cephesi: 100 metre genişliğinde. Binanın dekorasyonu, merdivenleri, galerileri ve tabii ki en önemli yeri olan kubbesi; birçok değerli sanatçının imzasını taşıyor. Giriş katında: genelde, sergiler bulunuyor…16 Ocak 1969 yılında, Jan Palach, 21 yaşında bir üniversite öğrencisi. Prag Üniversitesi’nde ekonomi okuyor. Rus tanklarının Prag’a girişini protesto etmek için, kendini yakıyor. Yer: Prag’ın ünlü Welceslas (Vaclevske) Bulvarı. Ulusal Müzenin önü. Onu, 3 hafta sonra, bir adaşı daha izliyor. 19 yaşındaki üniversite öğrencisi Jan Zaljic, aynı yerde, aynı amaçla kendini yakıyor. Bulvar, Sovyetlere direnişin sembolü oluyor. Rus askerleri, bu meydanda 3 kişiden fazla gencin, bir arada bulunmasını yasaklıyor. Günümüzde: Vaclevske Bulvarı: Prag’ın en modern caddesi. Köprülerin altından çok sular geçti. Jan’ların düştüğü yerde: siyah bir plaket duruyor. Plakete, her gün yüzlerce insan çiçek bırakıyor. Devir değişti. Düşünceler, kavramlar değişti. Plakette: Jan Palach – Jan Zaljic’in portreleri, ölüm tarihleri yazılı ve mermere yalnızca şu kazınmış.”Komünizm’in kurbanları anısına.”

TELEVİZNİVYSİLAC PRAHA (TELEVİZYON KULESİ):
100 metre uzunluğundaki kule,Prag’ın her yerinden görülüyor. 1970 yılında inşa edilen ve modern mimarinin örneği olan bina, Kominist rejim sırasında, batıdan gelen Tv sinyallerini bozmak amacıyla yapılmış. Kulede, bir de restoran bulunuyor.
JOHN LENNON DUVARI:
Beatles’in efsanevi üyesi John Lennon, 1980 yılında vurulduğunda, gençler, bu duvarı renkli ve sanatsal boyamalarla ve şiirlerle anıtlaştırmışlar.
ZİZKOV ANITI:
Buradaki at heykeli, dünya üzerindeki en büyük at heykeli olma özelliğini taşıyor. Heykelin bulunduğu bölge, genellikle Zizkov adıyla anılsa da, gerçek adı: Vitkov’dur. General Jan Zizkas, bu bölgede, sayıca çok az olmalarına rağmen, imparatoru bozguna uğratmayı başarmıştır. Bu olay, 9 metre yüksekliğindeki heykelin erezyona uğramasına neden olmuş. Prag civarındaki en iyi manzaranın bu bölgede olduğu söylenebilir.
   Akşam olunca Levent le en merak ettiğimiz şeylerden olan gece hayatına daldık,kapısının önünde zencilerin beklediği strip barlar var hep etrafta biz de nereye gitsek diye dolanırken Charles Bridge yakınlarında baktık gençler kalabalık bir yere giriyor hadi girelim dedik ladies free imiş Levent için 100 Kc verdik ilk içki dahil de değil,içerisi odalardan oluşuyordu kimisinde millet oturmuş muhabbet ediyor kimisinde dans ediyor ama en can alıcı odada barın üstünde dans eden bikinili kızlar vardı,millet efendi efendi içkisini içip muhabbetini yapıyor en ufak bir taşkınlık yok üstelik çiftler ve kız grupları da vardı.Barda oyalanırken baktım saat 02.00 olmuş hadi otele dönelim dedik ama nasıl döneceğimizi bilmiyoruz ortalıkta soracak adam arıyorum herkes turist sonra 2 polis gördüm hemen koştum sordum adam bilmiyor acayip şaşırdım ...sonra adam bana bir tramvay numarası verdi durağa gitik öyle bir numara geçmiyor meğer gece ve gündüz numaraları farklıymış ...ay ben kime sorayım bizim ineceğimiz metro durağının adını da unutmuşuz ,yerli birini bulduk ben Prag 9 a gideceğm diyorum !neresi diyor! tabi ya neresi sonra baktım bir kızın elinde metro haritası ordan baktım buldum bizi durağın adını çocuk dedi ki tramvay ve belki gece otobüsü o da varsa.Baktım orada bir polis arabası var bir de onlara sorayım dedim bizim otele taksi kaç  yazar ; 1 euro yazar ancak dedi, bak şimdi bu da enteresan.Adamlar memleketlerini bilmiyorlar ben anlamadım bu işi.Bizim rehber demişti AAA yazan taksilere binin 14014 numarayı arayın gelip sizi alsınlar baktım orda başka taksici var ona sorduk 500 Kc demez mi Şok Şok Şok kafayı yemiş diyorum bak kazıkçıya çok pahalı dedim ,sen söyle bir rakam dedi Levent e baktım 100 dedi(polis 1 euro dedi ya ona güveniyoruz) yok dedi adam olmaz o zaman sen bekle daha dedim, bizim rehberin dediği AAA yı gördük  o da 400 dedi ay ben şoklardayım E Polis kardeş senin dünyadan haberin yok sizin memlekette taksiye zam gelmiş.Ben iyice üşüdüm bu arada  son birine daha sorucam 300 derse binerim bir sorduk adam harbiden 300 demez mi neyse biz Türküz pazarlıksız oturmayız en son 270 e bıraktı bizim taksici.Otel de uzakmış bu arada biz metroyla anlamamışız yani  gerçekten o para edermiş.Şimdi bakın Prag’da ulaşım temel olarak iki şekilde sağlanıyor: Metro ve tramvay. Üç tane metro hattı var. Yeşil (Hat A), Sarı (Hat B) ve Kırmızı (Hat C). Bu üç hattın hepsinin kesiştiği bir istasyon bulunmuyor. Hat B Florenc’te Hat C ile, Mustek’te Hat A ile kesişirken Hat A’da sadece Muzeum durağında Hat C ile kesişiyor. Her üç hattın da bir şekilde Eski Şehirle ve turistik yerlerle ilgisi var.Metro seferleri sabah 05.00’da başlıyor ve gece yarısına kadar devam ediyor. Yoğun saatlerde 2–5 dakika arasında işleyen seferler diğer zamanlarda 5–10 dakikaya çıkıyor. Tramvay seferleri ise hafta içi sabah 04.30’da başlıyor ve 24.15’e kadar devam ediyor. Bu saatten sonra da gece tramvayları sefere başlıyor ve her yarım saatte bir sefer yapıyorlar. Yalnız gece tramvaylarında dikkat edilmesi gereken en önemli konu numaralarının gündüz işleyen tramvaylarla farklılık göstermesidir. Gündüz olsun gece olsun tüm tramvayların numarası tramvay duraklarında gösteriliyor. Otobüs seferleri sabah 04.30’da başlıyor ve gece 24.15’te son buluyor. Ayrıca bazı hatlarda gece otobüsleri de mevcut.Gelelim ücretlere. Standart bir bilet 32 KC (6–15 yaş arası 16KC) ve 75 dakika boyunca her türlü ulaşım aracında geçerli. Eğer gideceğiniz mesafe metro için 5 durak veya tramvay için 20 dakika ise o zaman sınırlı bilet satın alabilirsiniz. Bu biletin fiyatını unuttum Bu biletle tramvay ya da otobüste aktarma yapamıyorsunuz ama metro da aktarma imkanı mevcut. Yalnız bileti aldıktan ve onaylattıktan sonra 30 dakika içinde kullanmanız gerekiyor. Ayrıca kısıtlı biletle füniküler veya gece otobüslerini kullanamıyorsunuz. Günlük sınırsız bilette var düşünürseniz. 3 günü kapsayan sınırsız bir bilette var ancak bu biletle 6–15 yaş arası bir çocuk da seyahat edebiliyor. 5 günlük sınırsız bilette var ve yine bir çocuk dahil. Prag’da 6 yaşından küçükler ile 70 yaşından büyükler ücretsiz seyahat edebiliyor. Biletleri metro duraklarındaki gişelerden, sarı bilet makinelerinden ya da Tabak denilen sigara, gazete bayilerinden alabiliyorsunuz. Eğer 5 durak diye ikaz etmezseniz doğrudan standart bilet veriyorlar unutmayın…Neyle seyahat edecekseniz edin Avrupa’nın pek çok şehrinde olduğu gibi bileti onaylatmanız gerekiyor. Bunun için tramvayda üç noktada, metrolarda da girişte sarı küçük makineler var. Bileti bunların içine soktuğunuzda tarih, saat ve durağın ismini kaydediyor. Onaylatmama durumunda par cezası var. Ayrıca param yok diye kurtulamıyorsunuz zira sizden pasaportunuzu isteyip cezayı oraya kaydediyorlar ve ülkeyi ya da herhangi bir AB ülkesini terk ederken sizden bu cezayı tahsil ediyorlar. “Pasaportum yok” diye de yırtamıyorsunuz zira Prag’da pasaport taşımak zorundasınız. Eğer yoksa bu sefer ayrıca 2000 KC cezaya çarptırılıyorsunuz ve direkt polisle muhatap oluyorsunuz. Metro ve otobüslerle ilgili daha detaylı bilgi için DPP Firmasının internet sitesini inceleyebilirsiniz.Prag Karta gelince; Ulusal Müze, Prag Kalesi, Petrin Kulesi, Charles Köprüsü kulesi dahil 50 yere ücretsiz girmenizi sağlayan ve dört gün geçerli olan bir kart. Eğer kartı internet üzerinden satın alırsanız ekstradan 24 saatlik ücretsiz şehir içi ulaşım da veriyorlar.. Kartla beraber size 150 sayfalık altı dilde renkli bir Prag rehberi de hediye ediyorlar. Prag kartla Kale hariç (bir kez) her yere dört gün boyunca istediğiniz kadar gidebiliyorsunuz. Kart size bazı indirim ve avantajlar da sağlıyor Prague-Venice firmasından satın alacağınız bir adet nehir gezisi için %24 indirim kazanıyorsunuz. Resmi internet sitesinde kartla yapabileceğiniz işlerin değerinin yaklaşık 3500 KC (135 Euro) olduğu belirtiliyor. Eğer müze, galeri ve tarihi yapılara ilgi duyuyorsanız kaçırmayın derim. Havaalanında Terminal 2, Prag Kalesi, merkez tren istasyonu ve eski şehir meydanındaki turizm ofislerinden kartı satın alabilirsiniz. Kart hakkında detaylı bilgiye ulaşmak için Prag Kart internet sitesini inceleyebilirsiniz. Prag’a gelip de bira içmeden sakın ayrılmayın. Çok fazla çeşit var  ve popüler yerler dışında fiyatlar son derece makul. En çok tüketilen markalar Pilsner Urquell ve Budweiser. Özellikle siyah birayı tatmadan ayrılmayın.Birayla beraber en çok konuşulan ve tartışılan içeceklerden birisi de Becherovka. Bir tür likör olan bu içecekte yoğun bir baharat (özellikle de tarçın) tadı var. Kimileri çok beğenirken kimisi de hiçbir tat alamadığını söylüyor.Prag’da iki tane Türk restoranı olduğunu duydum: Hanedan Kebap ve İstanbul Kebap.Jindrisska Caddesi, 20 numaradaki Hanedan denenebilir.
     Pragta 2.günümüz çok anlatılan Karlovy Vary e gideceğiz otelde information table yapmışlar sordum dediler Florenc ten otobüs kalkıyor.Oraya da metroyla gidebilirsiniz ulaşımı çok kolay,küçük çapta bir terminal yalnız size tavsiyem 1 gece önce müsaitseniz gidip biletlerinizi alın çok talep var bilet kalmayabilir.Biz öyle yaptık otobüs her sat başı var diyorlar ama öyle değil değişiyor.Neyse otobüs saat 07.30 da elimdeki bilette Çekçe hiç anlamadım nerede bekleyeceğimizi sonra bir kıza sordum söyledi yoksa yanlış yerde bekliyorduk.Terminal nast 1 yazıyor yani peron 1 demek,sedadla 40,39 da yer numaraları.Bir de biletin altında dospely>26 yazıyor o da age>26 demekmiş.Bilet ücreti kişi başı 150 Kc.Biz dönüş için de 16.00 otobüsüne aldık yol 2 saat civarı sürüyor,uzaklık 130 km, bizim vaktimiz rahat rahat yetti her yerde oyalanarak gezdik.Otobüs ana terminalden bir durak önce indirdi,indiğimiz yerde karşıya geçip şehre daldık information Office yok sadece panolar var o da anlayana…
Biz de saf saf bakınaraktan başladık gezmeye milleti takip ettik,otobüsün geldiği yöne doğru giderseniz nehre ulaşıyorsunuz nehir boyunca giderseniz her yeri görürsünüz biz 3 tane Türk öğrenciye rastladık onlar söyledi de bulduk nehir boyunca yolun sonuna kadar giderseniz çok güzel bir parkla karşılaşırsınız bir de güzel piknik yaparsınız. Ortasından küçük bir nehir geçen, vadi görüntülü eski dönem kasabalarını düşünün. Nehrin iki yakası sık sık hafif bombeli köprüler ile birbirine bağlanmış. Köprüler 10-15 adımda diğer yakayı bir diğerine bağlıyor. Her iki yakada karşılıklı,  3-4 katlı, rengarenk binalar. Hepsi birbirinden güzel.
Binalar kağıttan-kartondan yapılmış, setlerdeki dekor evlere benziyor aslında.Bu  evlerin bir kısmı vaktiyle önemli kişilerin (Mozart, Rus Çarı Petro, Djorak gibi...) evleri olmuş, ancak bazıları da şu an otel, mağaza, cafe, restoran olarak görev görüyor  Çek cumhuriyetinin hatta eski doğu blokunun en ünlü kaplıcaları buradaymış Karlovy Vary, 12 adet doğal kaynak suyu ile ünlü. Güya bu 12 kaynaktan da su içen daha sağlıklı olup şifa bulurmuş. Milletin elinde çaydanlık gibi fincanlarla bayıla bayıla içiyordu ama tadı berbat demir tadı vardı.Bu şehir de adını Charles’tan yani Karl’dan alıyor; Karl’ın Banyosu. Nedenine gelince burası bir kaplıca şehri. Karl’ın bölgeyi görüp çok beğendikten sonra bir saray yaptırmasını takiben krala yakın diğer aristokrat ve üst düzey insanların da bölgeye yerleşmesi ve kaplıcaların dertlere şifa olması ile birlikte bölgenin popülaritesi artıyor. Sonra burası sağlık merkezi haline gelmiş. Bir de kağıt inceliğinde kağıt helvaları da meşhurmuş,biz yemedik içinde dondurma yoksa ne yapayım ben kağıt helvayı…Bohemia kristali, porseleni ve granad adlı taşı da ünlü.Granad taşı da kırmızı yakuttan daha koyu renkli parlak bir taş altınla gümüşle falan kolyeler küpeler yapmışlar gereksiz palı ben çok beğenmedim. Kaplıca sularını içtikleri yassı bir porselen ibrikleri var. Soğuk havalarda elleri de ısınsın diye bu tip bir ibrik imal etmişler vaktiyle. Turistler de şehirdeki herhangi 12 kaplıca çeşmesinden bu porselen ibrikler ile sıcak ve tuzlu sudan içiyor ve geleneğe icabet ediyorlar
Eski Karlovy Vary'nin içine doğru ilerledik ve Vridelni Kolonada adlı bir cam yapı içerisinde kaplıca suyunun kendi gücü ile metrelerce yukarı fışkırdığını gördük.
19.yy’da atlattıkları büyük bir yangın sonrasında kür banyosu vergisi ile şehri restore etmişler. Karlovy Vary’nin kaplıcasından başka Jean Becherovka adlı bir vatandaşın ürettiği Becherovka denilen bir içkisi meşhur. Hesapta, kaplıca sularının tuzlu, tuhaf tadını unutturmak için yapmış bu içkiyi; tarçınlı bir likörmüş bu. Ancak bu, beyaz şarap renginde sert, alkollü bir içki.
İşte böyle hızlı 2 günlük tur bu kadar oldu ben şu yakınlardaki kemikli kiliseye gitmek istiyordum aslında ama vakit yetmedi işte ben de resimleriyle avuttum kendimi.
VİYANA VE BRATİSLAVA
  Ertesi sabah Viyanaya gittik. Yolda Bratislava'ya uğradık, rehberimiz sordu Bratislava ya gidicez istemeyen var mı bir tek ben el kaldırdım adam da aslan burcu gıcık oldu bana itiraz ettim diye e napiim daha önce internetten okumuştum bir şey yokmuş sadece sokakta birkaç demir heykel var o kadar.
Tabii bir de erkekler için çok önemli bir mekan olan fashion tvçekim stüdyoları da orada .
Memlekette güzel kız çok adamlar bakmışlar bütün mankenler o civardan bari stüdyoda burada olsun demişler.Levent ben burlarda biraz takılayım falan dedi ama sabahın körü ne manken var ortalıkta ne çekim hayalleri yıkılı bizimkinin.Önünde bir fotoğraf çektirdi ama görseniz ağız kulaklardaJ
 
Adamın biri burası dünyanın merkezi demiş kimse de aksini ispatlayamamış güya :))
  Aslında Bratislava tarihte önemli bir yere sahip Maria Theresia adında bir hatun var(d. 13 Mayıs 1717 – ö. 29 Kasım 1780) Habsburg hanedanının(bu hanedana dikkat daha çok duyacaksınız) devleti bizzat yöneten tek imparatoriçesi.Macaristan ve Bohemya Kraliçesi ve Avusturya Arşidüşesi. Ayrıca kocası I. Franz Kutsal Roma İmparatoru seçildikten sonra Kutsal Roma İmparatoriçesi olarak da kabul edilmiş. Zamanında dünyanın en güçlü kadınlarından biriymiş. Kutsal Roma İmparatoru II. Leopold'un ve Fransız İhtilali'nde idam edilen Fransa Kraliçesi Marie Antoinette'in annesiymiş. Maria Theresia'ya 25 Haziran 1741 tarihinde kraliyet kasabası ve taç giyme yeri olan Pozsony'de(yani Bratislava) Aziz Martin’in Katedrali'n de Macaristan Kraliçeliği taçı giydirilmiş.
  Tabii bizde Habsburg Hanedanından olmadığımız için pek heyecanlanmadık magnetimizi alıp her heykelle de birkaç fotoğraf çektirerek Viyana ya devam ettik.Artık öğle saati olduğu için karnımız da acıkmıştı rehber 2 saat yemek molası verdi ben de duymuştum bir Figilmüller varmış schnitzelleri meşhurmuş falan.Aslında Viyanalılar arasında meşhur değil nedense turistler için meşhur olmuş,Bizim indiğimiz yerde Lale restoran vardı bir de Figilmüller e giderken köşede pizzabizi var onun sahibi de Türkmüş.Figilmüller in asıl yeri pasaj içinde ama orada sadece domuz eti varmış diğerine git dedi garson orada Beef schnitzel yedik bir de tadını hiç unutamayacağım bir patates salatası var müthiş ama 2 schnitzel 2 salata 1 bira 1 soda 48 euro tuttu haberiniz olsun.

   Viyana, yüzyıllar boyunca Habsburg Hanedanının yerleşim yeri olmuş, Avrupa’nın büyük bir kısmında 600 yıl kadar hüküm sürmüş çok uluslu görkemli Habsburg İmparatorluğu. Viyana’da birçok başkentin aksine nüfus azalıyor. 1900’lerde iki milyonu aşan nüfus bugünlerde 1.6 milyona inmiş durumda. Anne başına 1.3 çocuk düşüyor. Bir işgüzar bunu ‘Viyanalılar çocuk bakmaktansa artık köpek bakmayı tercih ediyorlar’ şeklinde açıklıyor. Gerçekten de köpekler her yerde ve baş tacı durumundalar.
   Avrupa’nın en düzenli şehirlerinden biri. Opera binasının önünden (Eski şehri bir halka gibi saran) ring’in üzerinde devamlı dönüp duran 1 numaralı tramvaya binin. Yaklaşık 20 dakika içinde şehrin en önemli binalarını göreceksiniz. İlk olarak sağınızda, içinde Mozart heykeli bulunan Burg Parkı ve Efes müzesine de ev sahipliği yapan Hofburg Sarayı kalacak. Solda ise sırayla Sanat ve Doğa Tarihi Müzeleri, Müzeler Bölgesi, Parlamento, Belediye Sarayı (Rathaus), Viyana Üniversitesi ve Votiv Kilise.
Viyana, tüm dünyada tam merkezdeki ünlü Stephansdom katedralinden dolayı tanınıyor.

Şehrin tam ortasında ve harika gotik tarzdaki bu yapının önündeki meydanda yani Stephansplatz da daima hareket vardır. Buraya dik gelen cadde ünlü Kärtner Strasse. Şık mağazalar ve butikler var. Kärtnerstrasse yaya yolu. Kärtner e 90 derece dik gelen ve Katedral ile kesişen yer Graben. Burada da pahallı ve şık dükkanlar var.Burası da yaylara ait bir gezinti yolu.
Bizim rehber bize buraları gezdirdi hızlıca sonra otele götürdü,otel biraz merkeze uzak gibi geldi ama nasıl gidileceğini de anlattı akşamüstü hazırlandık çıktık 48 saatlik  sınırsız ulaşm bileti aldım kişi başı 10 euro verip bu arada Levent te tramvaya binmiş benim bilet almamı bekliyor tramvay hareket etmiş mi bizimkinin yanında ne para var ne pasaport bana da haber vermiyor telefonu da yok ben baktım bu yok heralde dükkanlara bakıyor dedim bulamadım rehber aradım o da başkasıyla karıştırmış bana demez mi eşiniz otele döndü ay ben arıyorum adamı yok hiçbir yerde meğer son durakta beni bekliyormuş sonra rehberle karşılaşmşlar o haber verdi buluştuk ama ben çok kızdım buna.O akşam için her yerde okuduğum üzere klasik müzik konserine gideceğiz ortalıkta kostümlü adamlar var ama biletler oldukça pahalı biz 53 euroya aldık ve arkalarda bir yere oturduk .

İstanbulda İşsanat ta 50 TL ye mis gibi konser izlemiştik ama neyse babamın dediği gibi rakı içen kadehleri saymazmışJKonser eğlenceliydi salon da güzeldi.Gece otele döndük ve ertesi günkü yoğun tempo için kendimizi hzırladık.
Sadece 1tam günümüz var ve benimde yapmak istediğim bir sürü şey.Önce meşhur Sisi müzesi ni ziyaret edesim var. Kraliçe Sisi (Sissi) asıl adı Elisabeth Bavaria (Elisabeth Bavyera) olan tarih sayfalarında Sisi olarak bilinen Avrupa'nın en güzel kadınlarından biri olan Avusturya-Macaristan İmparatoriçesi.Bazen hayatı asi, dikbaşlı oluşu, halka yakınlıgı ve mutsuzlugu yüzünden Prenses Diana'ya benzetilirmiş . Elisabeth Baveria hayatı boyunca nevrotik huzursuzlukları yüzünden hiçbir zaman mutlu olmamamış, kaynaklar onun sürekli mutsuz oldugunu, hiçbirşeyden memnun olmadığını, güzelliginin, iktidarın ona huzur vermediğini yazar hatta bazı dönemler kilosunu muhafaza etmek için günde sadece 1 portakal yedigi bile belirtilir.Hatta adını taşıyan müzede onun kıyafetleri ziyaret eden çocuklara giydirilmeye izin verildigi için ,onun kıyafetlerinin ancak küçük bir çocuga oldugu belirtilir. Ayaklarına kadar uzattığı saçlarıyla dikkat çeken döneminin en güzel prenseslerinden biri olan Sissi aslen Almandır, Bavyera'lı soylu bir aileden gelir 16 yaşında Francis Joseph ile büyük bir aşkla evlenir, arka arkaya çocukları olur, zaman geçtikçe eşiyle olan anlaşmazlıkları Sisi'nin hayatını etkilemeye başlar Saray hayatına bir türlü uyumlu olamayan imparatoriçe seramonilerden nefret etmektedir, özgürlükçü düşünceleri ise kraliyet ailesinin hiç işine gelmez ama o yine de düşüncelerinden vazgeçmez.Herkesi güzelliği, zerafeti ile büyülerken iç dünyası sürekli huzursuz ve gergindir ve asla mutlu değil. Evlendikten beş yıl sonra eşinin kendisini aldattıgını farkeden imparatoriçe sık sık Viyana'dan kaçmaya başlar.O sırada saray tarafından onun sağlık sorunları nedeniyle saraydan uzaklaştıgını anlatırlar,iki yıl sonra döndügünde saraya her hareketiyle kafa tutacaktır imparatoriçe.Kendine güveni zaman geçtikçe artan Sisi oğluna soylu öğretmen tutmak yerine halktan birilerini eğitimci olarak seçer tabi bu da saray eşrafının hiç hoşuna gitmemektedir, zaten sarayın isyankar olarak tanımladıgı Macarlar'a destek oldugu bilinen Sisi bu hareketiyle iyice göze batar. 1889 da sevgilisi Marie Vetsera ile birlikte intihar eden oğlu ( Mayerling Av Köşkü'nde gerçekleşen bu ölüm hala şüphesini korumaktadır, tarihe Mayerling faciası olarak geçmiştir) onu bu saray yaşamından iyice uzaklaştırır, sürekli ata binmeye ve spor yapmaya başlar kendini hep zayıf bulmak için oysa o dönem kadınların hele hele imparatorların jimnastik yapması kabul edilir şey değildir. Ruh hali sürekli bozuktur( bazı kaynaklara göre ise onun yenilikçi düşüncelerini sindiremeyen soylular ona ruhsal bozuklugu var damgası yapıştırmışlardır). Tarihçilere göre 'Ben vücutlar üzerinde dans etmeyi severim' diyen imparatoriçe erkekler üzerinde gücünü göstermekten çok zevk alırmış, onun için cinsellikten çok bu önemliymiş.Viyana'nın her köşesinde bu mutlu olmamış imparatoriçenin resimleri var,güzelligi ve mutsuzlugu, soylulugu ve halkla içiçe oluşu, asi ve kararlı oluşu ve bir suikaste kurban gitmesi onu halk gözünde kahraman yapmış.
Önce gittik bir information Office bulduk kocaman dükkan her şey var walla ama haritalarını beğenmedim hiç anlaymadık minnacık yazıyor Roma haritası 10 numaraydı hemen buluyorduk her yeri..
Sisi müzesi Hopfburg sarayının içinde ama yine bula kadar bir sürü komik şey yaşadık

Hopfburg sarayı bahçesi
 İspanyol binicilik okuluna gelmişiz orda seyis kılıklı bir adama sordum elimde de Türkçe gezi notlarım var onları okumaya çalışıyor adam kopuk ya anlamadı ne demek istediğimi hemen ilerisindeymiş müze aslında.Avrupa da zaten komik bir durum var adam kendi eviyle işyerinden başka yer bilmiyor.Bizde olsa ohoooo herkes heryeri bilir bilmese de bir şekilde öğrenip anlatır.Neyse müzeye girdik istersen 23,5 euro muydu ne bütün sarayı gezersin ama bizi o kadar vaktimiz yok sadece Imperial Apartments-Kaiserappartements istedim o da kişi başı 10,5 euro.


Ay o ne görkem öyle hatunun tuvaletine varana kadar sergiliyorlar şaşırdm walla.Neyse 2 saatte müzeyi gezdik ve sarayın bahçesinde pikniğimizi yapıp yolumuza devam ettik.  
1683’te Türkleri yenen Savoy’lu Prens Eugene için yazlık ikametgah olarak yapılan Belvedere Sarayı’na gitmeyi çok istiyordum.

Belvedere Sarayı sadece bahçesinde fotoğraf çektirmekle yetindik...
Belvedere Sarayı Landstrasse´de iki parçadan oluşan barok stilde bir saray.Saray 1668-1745 yıllarında Savoy Prensi Eugen emri ile mimar Johann Lucas von Hildebrandt´a yaptırılmış.Yukarı ve Aşağı Belvedere Sarayı olarak iki parçadan oluşan barok yapılar birbirine çok geniş ve gözalıcı bir bahçe ile bağlı.Landstrasse'de bugün müze olarak kullanılan yapılarda çok önemli tarihi tablolar da var.Yukarı Belvedere Sarayı´nın en önemli özelliği ise 15 Mayıs 1955'da Avusturya'nın II. Dünya Savaşı'n dan sonra özgürlüğüne kavuştuğu anlaşmanın burada imzalanmış olmasıymış.Bahçesinde gezinip fotoğraflar çekildik ama içeriye girersek gün bitecek orayı pas geçmek zorunda kaldık.Sarayda Gustav Klimt koleksiyonu var. Klimt’in “Öpücük” ve “Judith” gibi en önemli eserleri de burada sergileniyormuş.Viyana nın her yerinde Öpücük resminin bilimum hediyelikleri olduğu için çok göresim geldi ama başka zamana artık.
Habsburg’ların görkemli sarayı Schönbrunn’a gitmek isterdim. Avrupa’nın en eski hayvanat bahçesi de Schönbrunn sarayında bulunuyormuş,o da kaldı..
Bu arada şansımıza Viyana Açıkhava Müzik Film Festivali vardı, her akşam 21.30 dan sonra, ünlü müzik filmleri gösterileri  sunuluyordu.

Giriş  ücretsizdi.  Tarihi Belediye Sarayı  önünde kurulmuş, 220 metrekare büyüklüğündeki dev perde ve koltuklarda, tribünlerde seyrediliyordu. Meydana girişte sizi, birçok ülkenin mutfak kültürünü yansıtan, bir sürü lokanta karşılıyor. Avustralya Kanguru yemekleri mi istersiniz, Tayland Mutfağı mı, yoksa İran Mutfağımı istersiniz…
Bir sonraki durağımıza devam ettik.MAK (Museum für Angewandte Kunst) giriş kişibaşı 7,90 euro bir de girişte çantaları dolaplara koymanızı istiyorlar kilitlemek için 2 euro takmanız lazım ama dolabı açınca paranızı geri alıyorsunuz.Müze,  Kaiser döneminde ayni zamanda Endüstri müzesi olarak da kullanılmış, muhteşem bir bina, ic tavanları tamamen resimlerler, birbirinden alici desenlerle süslenmiş. Oldukça kapsamlı bir müze, porselenden mobilyalara ,modern sanatlardan tekstile kadar bir cok bölüm var.Orient bölümünde de Osmanlılardan hali ve kilimlerde eserler arasında. Müzesinin ana giriş kapısından girdiğinizde ortaya büyük bir alan var, genelde açılışlar için kokteyller de burada yapılıyormuş.. Bina su anki yerinde 1877 yilinda acilmis, müzenin sürekli gösterimde olan kolleksiyonlari var , son dönem sanat akımlarının tümü ile ilgili özel bölümler var.  Müzenin üst katlarında özellikle "WIENER WERKSTÄTTE" yani 1900lerin başında olan bir akim, Viyana atölyelerine ait mobilya ve eşyaları görebilirsiniz. Josef Hoffmann, Koloman Moser ve Fritz Waerndorfer bu akimin öncülerinden. Müze bu dönemle ilgili çok zengin bir koleksiyona sahip.Müzeye en kolay; U3 metrosu ile Stubentor durağında inerek; ya da U4 metrosu ile Landstraße duragi; ya da 2 numaralı tramvay ile Stubentor durağında inerek ulaşabilirsiniz. Müze şehrin merkezini çevreleyen "Ringstrasse" adındaki halkanın üzerinde…Müzeden çıkınca artık gerçekten çok yorulmuştuk.Karnımız da acıktığı için ara sokaklarda bir restorana girdik ben tavuklu bir şey yedim  Levent te her zamanki gibi margarita yedi.Yemeğin üstüne bunların meşhur tatlısı olan kaiserschmarren istedim ama gelince şok şok şok pandispanyayı dilimlemişler  üzerine de pudra şekeri serpip yanında da  erik marmelatı getirdiler batırarak yedik bir de yine meşhur melange diye bir kahveleri var onu merak ettim yarıya kadar köpük olan capucchino geldi bir de yanına 1 bardak su koymuşlar laf olsun diye sanki türk kahvesi.
    Yemen Valisi Özdemir Paşa 450 yıl önce imparatorluğun başkenti İstanbul’a kahverengi çekirdekler yollamış. ‘Kahve Yemen’den gelir’ atasözü de bu vesileyle Türkçe’deki yerini almış. Başarısızlıkla sonuçlanan II. Kuşatma’dan sonra Viyana kapılarından dönmek zorunda kalan Türkler, yanlarında götürdükleri bu çekirdekleri çuvallarıyla beraber geride bırakmışlar. Esir düşen askerler de Avusturyalılar’a yepyeni bir lezzetin kapılarını aralamışlar. İmparator ilk kahveyi yapıp satma iznini, savaşta Osmanlı orduları arasına sızıp büyük yararlılık gösteren Kolshitzky isimli tüccara vermiş. Viyana’nın ilk kahvesi 1684’te açılmış, 1700’lerin başında sayıları dörde, 1900’lerde 600’e ulaşmış.
Viyana Operası (Staatsoper) Kärtner’in başında.Biz önüne gelip de bu ne binası diye anlamadığımız için millete sorduk adam hayırdır şaşırdın mı diye acayip acayip yüzümüze baktı. İmkanınız varsa bir akşam bir opera veya konsere gidin. İçerisi hem mimari hem de akustik olarak gerçekten çok güzel. Eğer herhangi bir konsere gidemezseniz içerisi para karşılığı gezilebilmekte ama etkisi konser sırasındaki gibi olmamakta… Bence Viyana’da konser, opera ve operet gibi bir gösteriye gitmeyi düşünüyorsanız seyahat tarihiniz de önceden belli ise önceden online bilet ayırtmakta fayda var.Merdivenlerde falan oturunca galiba daha ucuza satıyorlarmış bileti.
Bu arada ring üzerinde göreceksiniz adamların çok güzel bir parlamento binası var bir sürü fotoğraf çektirdik biz de..


İşin enteresan tarafı da içerde parlamenterler çalışıyor ama millet gayet rahat kapıya kadar gelip fotoğraf çektiriyor ben de buna çok şaşırdım.
Bu bizim Sisi nin oğlunun intihar mı ettiği yoksa öldürüldüğü mü belli olmayan Mayerling diye bir yer var o bizim turda extra idi biz katılmadık,katılanlar da hiç memnun kalmamış haberiniz olsun.. Yine Mayerling ile aynı yönde SeeGrotte mağarası var.Burası Avrupa’nın en büyük yer altı gölü ve diğer özelliği de 2. Dünya savaşında Naziler’in burada gizlice savaş uçağı yapmasıymış.Biz bunlara gitmedik.Gitmek ister miydim derseniz hayır derim çünkü göl zaten yapaymış falan filan.
Sacher pastanesi var mesela millet internette yazmış çok güzel pastaları var falan diye biz yemedik yiyenler de çok beğenmemişler.
Böylece Viyana ya doyamadık ama artık kısmet başka zamana…
BUDAPEŞTE
Vee geldik gezimizin son durağına Viyana,Bratislava ve Budapeşte 2 gün sonra da döneceğiz.
Budapeşte, Macaristan'ın başkenti. Aslında Tuna nehrinin iki yakasındaki Budin ve Peşte'nin 17 Kasım 1873 yılında birleşmesiyle oluşmuş bir şehir.
Macaristan'ın politik, kültürel, ticari, endüstri ve ihracat merkezi. Berlin’den sonra Orta Avrupa’nın en büyük ikinci şehri olup, Macaristan nüfusunun beşte biri, 2003 yılı sayımına göre 1.719.343 kişi, Budapeşte'de yaşamlarını sürdürmekte.
Budapeşte coğrafi konumu, tarihî eserleri ve diğer çekicilikleri ile Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri. Şehir Tuna’nın batı (sağ) yakasında Buda ve doğu (sol) yakasında Peşte şeklinde iki bölüme ayrılmış. Tuna’nın batı kıyısında Buda kalesinin çevresindeki görece engebeli bölgede tarihî semtler uzanıyor. Şehrin iş hayatının merkezi ve kalabalık semtleri ise Tuna’nın doğusundaki ovaya açılan düzlükte.
Rehberimiz bize güzel bir şehir turu yaptırdı. Budapeşte’ye gelince ilk gittiğimiz yer Kahramanlar Meydanı’ydı (Hösök Tere).

Yarım daire şeklinde dizili sütunların altında Türklere ve diğer ırklara karşı savaşmış Macar krallarının heykelleri ve heykellerin altında da kahramanlıklarını gösteren kabartmalar var. Ortadaki sütunda ise, yedi Macar kabilesini temsil eden heykeller ve onların üstünde de elinde kutsal Macar hacını tutan Cebrail meleğin heykeli var.

 Bu meydanın arka tarafı, Varosliget yani kent korusu. Bu korunun içinde, Vajdahunyad Şatosu ve kışın buz pistine dönüşen bir göl, hayvanat bahçesi, lunapark, birkaç müze ve bir hamam bulunuyor. Budapeşte, kaplıcalar-hamamlar şehri. Roma döneminden kalan hamamlar bulunsa da, Budapeşte'de gerçek hamam kültürü 16-17.yy.lardaki Osmanlı hakimiyeti sırasında kurulmuş. Bugün şehirde 4 tane Türk Hamamı bulunuyor (Rudas, Rac, Kiraly, Csaszar) ki her birine Osmanlı mimarisinin sanat şaheserleri gözüyle bakılıyor. Bu bölgedeki ise muhteşem bahçesi ve barok tarzı mimarisiyle Szechenyi Gyogyfürdö (Szechenyi Hamamı), kentin en sıcak doğal su kaynağının üzerinde yer alıyor.
        Bu meydanı arkanıza alarak dümdüz ilerleyince Andrassy Caddesi karşınıza çıkıyor. Bu cadde, Türk Konsolosluğu’nun da bulunduğu, şehrin önemli caddelerinden. Caddenin sonuna doğru duvarlarında büyük bestecilerin heykellerinin olduğu Opera Binası var.
        Margit Köprüsü’nden devam edip Buda’ya doğru geçince başlıca dikkat çeken turistik mekânlardan Matthias Kilisesi, Kraliyet Sarayı ve Balıkçılar Burcu aynı tepe (Kale Tepesi) üstünde kurulmuş.

Balıkçılar Burcu
Bu bölüm aynı zamanda UNESCO Dünya Kültür Mirasları Listesi'nde de yer alıyor. Matthias Kilisesi çatısı renkli seramik kaplı Macaristan’ın ikinci büyük kilisesi. 13. ve 15. yy.lar arasında yapılmış. Kanuni Sultan Süleyman burayı fethettiğinde burası bir süreliğine cami olmuş ve kendisi de burada namaz kılmış. (Muhteşem Yüzyıl dizisini izleyenler hemen hatırlayacaktır bu sahneyi)Bugünkü neogotik tarzı ise 1896 yılında geçirdiği büyük restorasyonda verilmiş. Şimdi de restorasyonda idi.
        Kilisenin önünden aşağıya doğru yürüyünce yol direkt Kraliyet Sarayı’na çıkıyor. Macar ulusal sembollerinden olan Saray, 13.yy.’dan beri savaşlara ve işgallere tanıklık etmiş. Üç kere tahrip edilmiş ve o dönemin mimari tarzıyla yeniden yapılmış. Şimdiki neo-klasik tarzı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılmış. Peşte’deki Parlamento Binası nasıl Peşte’nin simgesi olarak her yerden görünüyorsa, Kraliyet Sarayı da Buda da bu görevi görüyor.

Kraliyet sarayı

        Bir de her yerden görülen çok görkemli bir parlamento binaları var; 
 

Ülkenin bağımsızlığını ve gücünü vurgulaması için yapımına karar verilen Imre Steindl’ın projesi, 1885 – 1904 yılları arasında hayata geçirilmiş ve günümüzde şehrin en güçlü ve karakterli sembollerinden biri hâline gelmiş. Yapımında bin kişi çalışmış; 40 milyon kiremit, yarım milyon değerli taş ve 40 kilo altın kullanılmışBina, nehir boyunca 268 m uzunluğundadır ve dış cephesindeki beyaz neo-gotik kuleler ve kemerleriyle ışıl ışıl parlıyor. Dış tasarımda, ayrıca, Macar hükümdarları ile komutanlarının heykelleri kullanılmış.20 km uzunluğa ulaşan koridorlar, 96 m yüksekliğindeki merkezi kubbe, 691 oda, 152 heykel, 27 kapı, 29 merdiven seti, 13 asansör, 200’den fazla çalışma odası ve yarım milyon eser içeren kütüphane…Görünce çok etkileneceksiniz..
         FISHERMAN’S BASTİON. (BALIKÇILAR BURCU):  Burada: 7 tane kule var. Kuleler: 7 Macar boyunu temsil ediyor. Yapının başlangıç tarihi: 1895 yılı olmasına rağmen, bitirilişi 1902 yılı civarı. Burçlar: oldukça estetik ve akşam güneşi, üstlerine vurduğu zaman, oldukça fotojenik oluyorlar.Ortaçağdan kalma bir balık pazarı olarak yapıldığı için, bu ismi almış. Burç: Tuna nehri ve Peşte bölümüne: tepeden bakıyor. Merdivenleri ve terasları ile, etkileyici bir manzarası var. Kilise ile arasında: Hıristiyanlığın Macaristan’ın resmi dini olarak benimsenmesini sağlayan Aziz İstvan’ın, at üzerinde bir heykeli var. Kilisenin biraz daha batısında: 18.yüzyılda veba salgınından kurtulmanın anısına bir heykel dikilmiş.
         GÜLBABA TÜRBESİ:

Tuna nehrinin sağ tarafında yükselen tepenin doğuya bakan yamacında bulunuyor. Türbenin bulunduğu semt; şehrin en pahalı semtlerinden birisi.Osmanlıların Macaristan’ı ele geçirmesi sırasında: Gülbaba, Buda şehrinin kuşatmasına katılmış. Söylenenlere göre: Budin şehrine, gül’ü ilk tanıtan, gül baba olmuş. Kendisini, Türkler kadar Macarlar da sevmişler. 1548 yılında öldüğünde: cenaze namazına, Kanuni Sultan Süleyman ile birlikte, 200 bin kişi katılmış.Aslen Ispartalı olan Gülbaba; başında taşıdığı güllerden dolayı, bu adla anılmış.Türbe: Avrupa’da, Türkiye Cumhuriyetinin restore etmesine izin verilmiş, ilk Türk mimari eseri olma özelliğini taşıyor. İçinde: yeşil sandukası var. Ayrıca: bahçesinde, gül babanın bir heykeli bulunuyor. Başındaki güllere dikkat edin.Kendisi için burada yapılan türbe: günümüzde Macarlar tarafından, o günlerdeki sevgi ve saygının anısına: titizlikle ve saygıyla korunuyor. Bir sürü gezi yazısında bahsedilmiş ama gitmeye çok da gerek yok bence yani bildiğiniz türbe işte bir esprisi yok.
Ertesi gün bizim tur şirketinin Estergon turu vardı ama biz kendimiz gitmeye karar verdik.Tur Szentendre ve Visegrad a da uğrayacaktı.Estergon için bir alternatif tren,Nyugati tren istasyonuna gidiyorsunuz gidiş dönüş 2200 Forint tutuyor ya da bizim yaptığımız gibi mavi hatla Deak Ter İstasyonu'na, oradan da kırmızı hatla Batthyany Ter İstasyonu'na gidiyorsunuz. Bu istasyondan 20 dakikada bir kalkan (HEV) banliyö trenine binerek 40 dakikalık bir yolculuk sonrası Szentendre'ye ulaşıyorsunuz. Bu yolculuk için Budapeşte'de kullandığımız biletin geçmediğini, yeni bilet almamız gerekiyormuş ama kimse bizim biletimizi kontrol etmedi aynı biletle gittik..Trenden indikten sonra 10 dakika kadar bir yürüyüşle şehir merkezine gelinior.Biz gitmeden Estergon için biletimizi aldık otobüsle gidiliyor bizim İstanbul da ki körüklü belediye otobüslerinden Szentendre-Estergon 915 Ft.Szentendre, Budapeşte'nin kuzeyinde, yaklaşık 20 km kadar uzaklıkta, iki katlı sevimli evlerin olduğu, daha çok elişi ürünlerin ve hediyelik eşyaların satıldığı sevimli bir kasaba havasındaSzentendre,.
 Pek çok sanatçı burada yaşamış hala da yaşıyormuş. Bu nedenle bu küçük kasabaya "Sanatçılar Şehri" deniliyor.Bir ara sokak bulduk bir sürü hediyelik dükkanı vardı ama çok pahalıydı çok vakit de harcamayalım dedik.Otobüsü de kaçıracak az daha…Bakına bakına Estergon a vardık bu arada acayip bir yağmur başladı bizim rehberin ahı tuttu dedik çünkü tura katılmayan sadece biz varız..Estergon Kalesi ilk olarak İ.Ö 100 yılında yapılmış,  Tarihsel süreç,  Keltler,  Romalılar ve Osmanlı’ları taşımış ve katman katman mimari özelliklerini bırakmışlar burada. Osmanlılar,  son olarak kaleyi terk ederken,  toprakla doldurmuşlar. Bu nedenle ,  dönemin kalıntıları,  ancak,  müze içerisindeki,  cam örtülerin ardından görülebiliyormuş. Estergon’un hemen önünde,  Slovakya başlıyor,
Tuna üzerindeki köprüden ,  yürüyerek Slovakya’ya gitmek mümkün.Şehre ilk indiğimizde kale falan da görmedik yağmur yağdığı için de sokaklar bomboş bir adam gördük sorucaz telefonla konuşuyor ve çenesi de fena düşük derken bir müze gördük ordakilere sorduk,haberiniz olsun kale diye sorunca aptal aptal bakıyorlar insanın yüzüne çünkü orada bir bazilika var şu anda..Bize merdivenleri tarif etmişler 410 basamak çıktık ama bu arada yağmur yağıyor ya benim yağmurluğu çıkardım kenarları çıtçıtlı panço şeklinde çıtçıtları açıp tepemizde branda gibi tuttuk giderken ama rengi de kırmızı bu arada Levent biz kaleyi almaya geldik Allah Allah Allah   diye bağırmaya  başladı gülmekten yerlere yattım.
Tepeye çıkınca manzara süperdi,bazilikaya girdik oturduk
 tavanda Baba,Oğul ve kutsal ruh resimleri vardı enteresan olmuş,müzeye giriş paralıydı ve bizim de cimriliğimiz tuttu girmedik.

    Dönüşte çok anlatılan Visegrad da ki Rönesans restorana gittik,bizim rehber o kadar çok anlattı ki yok bize taç takacaklarmış takmayana servis yapmayacaklarmış,herkes kostümlüymüş falan filan..
Merak ettik gittik Estergom-Visegrad otobüs bileti 460 Ft, nerede ineceğimizi de kestiremedik bir durakta indik yok burası değil dedik geri bindik kaç geri stop düğmesine bastık inmedik,nasıl stres olduk ama Türkiye de olsa yeriz azarı kardeşim inmeyeceksen ne basıyorsun diye bunlarda hiç tepki yok şöyle yan yan kötü kötü bile bakmıyorlar.Gelelim Rönesans restorana; taçlar mcdonalds ta verilen çocuk menüsü karton taçlarındanJ garsonlar falan kostümlü ok ama öyle büyüleyici bir atmosfer yok yemeklerde çok süper değil,Türkçe menü getirdiler ceylan etli çorbaları meşhurmuş ondan yedik hoşumuza gitti ama ondan sonra ana yemek için çok farklı alternatifleri yok.Bir de askılarda kostümler var onlardan giyinip fotoğraf çekildik ama kostümler oldukça pis haberiniz olsun…Neyse ordan sonra tekrar Szentendre ye döndük alışveriş yapacaktık ama dükkanlar kapanmıştı biz de Budapeşte ye geri döndük ,dönüşte görevli bilet kontrole geldi biletler 305 Ft imiş.
     Budapeşteye gidince Nyugati nin orada birkaç Türk restoranı vardı orda yemek yedik,bu arada Türk restoranı Török etterem diye geçiyor,Macar milleti dilin orijinalliğine çok önem veriyormuş.
      Ertesi gün için planımız city sightseeing otobüslerine binmek otelden arkadaşlar söyledi hem gece hem gündüz tekne turu ,gulaş,bira geziye dahil ve Türkçe rehberlik de var pazarlık da yapılıyor 4000 Ft bence çok uygun ama orange turu tercih edin diğerlerinde Türkçe rehberlik yokmuş.
Şimdi biraz Budapeşte de ki önemli noktalardan bahsetmek gerekirse;     
KALE TEPESİ:


13.yüzyılda, Buda şehri, burada gelişmeye başlamış. Moğol saldırılarından sonra, 1255 yılında, Kral Bela, kalesini buraya kurarak, Buda’yı başkent yapmış. Osmanlı saldırıları sonucu kale yıkılmış, ancak daha sonra yeniden yapılmış. Surlar, orjinaline uygun olarak yeniden inşa edilmiş.Burası: UNESCO tarafından, Dünya Kültür Mirası Listesine konularak, koruma altına alınmış. Zamanında, kaleyi saran Türkler, hiçbir direnişle karşılaşmadan ele geçirmişler Buda kalesini. Ancak: Türklerin, buradaki sarayı harabeye çevirdiğini söylüyorlar. Daha sonra: Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun sarayı olacağı zaman, saray yeniden inşa edilmiş. Sonra, II. Dünya Savaşında tekrar hasar görmüş. Şu an göreceğiniz saray: geçmişi size hatırlatacak seviyede değil...Bu arada, Kale tepesinde, Lovas sokağında, Son Buda valisi Abdurrahman Avni Arnavut Paşa’ya ait bir mezar taşı var. Son vali Paşa; şehri kuşatan Avusturya ordusuna karşı, 2.5 ay direnmiş. Ancak, Avusturyalılar,1666 yılında, Budin şehrine girerek, 145 yıllık Türk hakimiyetine son verirler. Paşa, çarpışmalar sırasında şehit düşer. Ancak, Macarlar Paşayı unutmazlar ve şehit düştüğü yere, çok daha sonraları dikilen bir anıt üzerine, son derece centilmence bir yazı yazarlar. “ 145 yıllık Türk egemenliğinin son Buda valisi Abdurrahman Arnavut Paşa, bu yerin yakınında 1686 Eylül ayının 2.günü, yaşamının 70 yılında, maktul düştü, kahraman düşmandı, rahat uyusun.” Bir tepede: yolun ortasında, minik bir anıt, daha doğrusu üzeri yazılı bir taş.
Buda yakasının, diğer bir önemli bölümü: Geller Tepesi. Buraya: hem yürüyerek, hem de araba ile çıkabilirsiniz. İsmini: zamanın başpiskoposu Gellert’den almış.  
GELLERT TEPESİ:


Burası, şehrin diğer bir yüksek noktası. Bu tepede: 14 metre yükseklikte, barışı simgeleyen ve elinde defne dalı tutan bir kadın heykeli var. Bu heykelin adı: Özgürlük Anıtı. Bu anıt: 1945 yılında, Rus ordusu tarafından, Budapeşte şehrinin kurtarılışı anısına dikilmiş. Tuna boyunca, hemen her yerden görülüyor. İhtişamlı ve devasa bir anıt.Tepenin eteklerinde, Gellert’in bir anıtı var. Anıtın kaidesinden aşağıya kat kat yapılmış şelale de huzur dolu bir etki yaratıyor.Bu tepede: ünlü Kazanova’nın evi de bulunuyor, zaman bulursanız bu evi de görün.Buradan yani tepeden şehri seyredip, aşağı inince, bu bölgedeki son görülecek yer olan: Gülbaba Türbesi var.
GELLERT TEPESİNİN HİKAYESİ:
Bu tepede: Bishop Gellert’in bir heykeli bulunuyor. Gellert: Macarların Hıristiyanlığa geçmesinde önemli rol oynamış bir isim. Başlangıçta pagan olan Macarlar, kendilerine sorulmadan Hıristiyanlığı zorla kabul etmek zorunda kalmışlar. 1000 yılında, Macar kralı St.Stephen: bir misyoner olan St.Gellert’i; Macaristan’a davet eder. Gellert: krala, Macarların Hıristiyanlığı kabul ettiğine dair bir kağıt imzalatır ve Macarlar istemeden, Hıristiyanlığı seçmiş olurlar.Ama, bu duruma kızan paganistler: St.Gellert’i bir fıçının içine koyarak, bu tepeden aşağıya yuvarlarlar ve o günden sonra, bu tepenin adı: Gellert tepesi olarak anılmaya başlanır.
GELLERT OTELİ:
Gellert tepesine çıkarken veya inişte: bir mağara var. Bu mağaranın içine oyularak yapılmış bir kilise var. Bunu da gezebilirsiniz. Burası halen faaliyetle olan bir kilise.
Gellert Tepesinden, Tuna nehrinin kıyısına inerken, karşınıza: Edıms Meydanı ve sıfır taşı çıkıyor.

Bu nokta: şehirden, bütün mesafelerin hesaplandığı bir başlangıç noktası. Hatta, şehir ile İstanbul arasındaki uzaklığın: 1335 km. olduğu sıfır şeklindeki bu büyük taşa yazılı. Sıfır taşının hemen karşısında: zincirli, diğer adı ile aslanlı köprü bulunuyor. 
İki kattan oluşan eski gar binasında kurulan bir  sabit Pazar var şehrin turistler için bulunmaz bir alışveriş merkezi...

Yerel tatların ve hediyeliklerin bulunduğu bu pazar.. Tarif etmek gerekirse; Elizabeth Köprüsü'nün Peşte tarafından başlayan uzun trafiğe kapalı turistik çeşitli mağazaların olduğu uzun bir cadde var...Köprünün sonundan Szabadsag Köprüsüne doğru yürürseniz trafiğe kapalı caddeden direk buraya ulaşıyorsunuz.
Peşte bölümünün dikkat çeken diğer bir caddesi ise Vaci Utca, trafiğe kapalı bir alan, sağlı sollu mağazaların ve kafelerin yer aldığı uzunca bir cadde.
Budapeşte’de ulaşım çok rahat. Deak Ter İstasyonu'nda kesişen üç farklı metro hattı (Sarı, mavi, kırmızı) var. Tramvay, troleybüs ve otobüsler de var. 04.30 ile 23.00 arası çalışıyorlar. 230 Forintlik biletler hepsinde de geçiyor (100 Forint yaklaşık 70 Kuruş). İstasyonlardaki gişelerden, bilet makinelerine bozuk para atarak ya da gazete bayilerinden bilet alınabilir. Biletleri araca binmeden önce onaylatmak gerekiyor. Ayrıca 4 hat üzerinde çalışan banliyö trenleri de mevcut (HEV). www.elvira.hu adresinden saatleri ve fiyatları hakkında bilgi alınabilir. Taksilere ise dikkat etmek gerekiyor. Farklı fiyatlara sahip taksiler var. Bazıları serbest çalışıyor ve fiyatları yüksek. Adı olan (bizdeki durağa bağlı taksiler gibi) ve telefonla çağrılan (2 222 222 gibi) taksiler sokakta durdurulan taksilerden daha uygun fiyatlı.Bizim akıllı Levent biletleri hep tersinden okutmuş kontrolörlerin yanından geçerken de gösteriyor tabii rahatça çünkü adamlar  da sadece delik olup olmadığına baktıkları için sorun olmuyor sonra ertesi gün de  düzgün bi şekilde makineye sokuyor sonra ertesi gün de orayı yırtıp tekrar onaylatıyor ve derken biz 3-4 biletle bütün gün gezdik…
Gezinin en önemli olaylarından biri de buydu Luis Hamilton ı gördük ve imzasını aldık ne yapıcaksak..:) 
İşte bu maceralı tur da böyle bitti ama biz de bittik J